Eski Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, istiklâlini kazanan Azerbaycan’ın silahlı kuvvetlerini teşkil ve eğitimine yardımcı olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına buraya gönderilen bir Generalimiz, Kışla’da çalışmalarını sürdürürken bir gün orta yaşlarda bir Azeri Türk’ü, Sovyetler Birliği, Kızılordu Orgenerallerine mahsus urba ve rütbelerle Türk General’in çalışma ofisinden içeri girer. Türk General, kendisinden daha üst rütbeli bu generali karşısında biraz şaşkınlık biraz da merâk ile karşısında bulunan koltuğa da’vet eder. Hal hatır sorulduktan sonra, Türk General karşısındaki Orgeneral rütbeli şahs’a, Kurmay Okulunu hangi ülkede bitirdiğini, hangi ülkenin ordusunda vazife yaptığını ve terfî’lerini nasıl aldığını sorar. Azerî Türk’ü, “Paşam! Men heç bir ülkenin Harp okulunda ve Kurmay mektebinde okumamışam, men, bu elbiseleri çarşıdan almışam, giyinip asker kaydedilmek üzere buraya gelmişem,” der. Bunun üzerine Türk General derîn bin nefes alır, karşısında bulunan Orgeneral rütbeli, acemi askeri, gönüllülerin kaydedildiği büroya gönderir. Turuk-u Âliyye’de, teselsül ve Nisbet-i Sahîha esastır; Sevgili Peygamber’imizden i’tibâren, gerek Zikr-i Hafî ve gerekse Zikr-i Celî (gizli ve açık zikir yolları) belli bir zamana kadar kesintisiz teselsül etmiş ve bu teselsüldeki nisbet (mensûbiyet) sahîh bir şekilde devam ettirilmiştir. Ne var ki, Milâdî 18. asrın ortalarından i’tibâren, teselsülde kopmalar, nisbette mensûbiyette sağlıklı olmayan durumlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Teselsülde kopuşlar ve gayr-i sıhhî mensûbiyetler bizim coğrafyamızda, Suriye, Irak ve Osmanlı’nın Rumeli illerinde daha çok görülür olmuştur. Zaman içinde, şeyh’lerin isimlerine izafe edilen “Tarîkatler”de mutlaka bir teselsül, öncesiyle, sonrasıyla mutlakâ sâlim-sahîh doğru bir nisbet vardır. Bizim coğrafyamızda ve bize yakın coğrafyalarda, yaygın ve hâkim durumdaki “Nakşibendiyye”de bu kopuş, 19. asrın başlarında, Mevlâna Halid-i Bağdadî ile başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Peygamber Efendimizden i’tibâren Haz. Ali Efendimizle teselsül eden Zikr-i Celî yolu, Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerine izafeten, “Kâdirî’lik” olarak isimlendirilmiş, teselsül ve Nisbet-i Sahîha belli bir müddet devam etmişse de ne hazîn, bu yolda da teselsül kopmuş, sahîh nisbet (mensubiyet) sona ermiştir. Milâdi 20. asr’ın başlarından i’tibâren memleketimizde ve bizim coğrafyamıza yakın coğrafyalarda teselsülü devam eden ve mensubiyyeti sahih-sağlam bir tek şeyh bile kalmamıştı. Şu hususu tesbite mecburuz; Nasıl ki, Allah’ın yeryüzündeki kavimleri ve ümmeti irşad etmeleri ve onları Allah’ın hidayetine da’vet etmeleri için gönderilen Peygamberler, Sell-i Seyf ederler (kılıçları çekerler) nübüvvet ve risâlet iddiasıyla insanlara meydan okurlar ve Allah’ın izniyle mu’cizeler göstererek bu iddialarını ispat ederler. Ayrıca, çalışmakla, çok ibadet ve çok zikirle Peygamberliğe ulaşılmaz. Cenab-ı Hakk, tâ ezelde, ruhlar âleminde, yeryüzüne kimleri Peygamber olarak gönderecek ise seçer ve seçilmiş olarak bu dünyaya gelirler. En’ân Suresi, 83.âyet-i Kerimesi’nden i’tibâren, İbrahim, İshâk, Yâ’kup, Nuh, Davûd, Süleyman, Eyyûp, Yusuf, Musâ, Hârun, Zekeriyya, Yahyâ, İsâ, İlyas, İsmail, Elyasa, Yunus ve Lût Peygamber’ler teker teker, isimleri zikredildikten sonra, “Onların babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden ba’zılarına da (üstün meziyetler verdik). Onları seçtik (seçkin kıldık) ve doğru yola ilettik.” (En’âm 6/87) Tıpkı, Peygamber’ler gibi, gerçek Vâris-i Nebî’ler, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’ler, tasarruf sahipleri de tâ ezelde ruhlar âleminde, Tensib-i İlâhî ile bu vazifelere tensip edilirler, zamanı vakti geldiğinde, vazifelerine başlar ve tıpkı, Peygamberler gibi onlar da Sell-i Seyf ederler (kılıçlarını çeker) meydan okurlar. Nasıl ki, Peygamber’ler, Peygamber’lik iddiasında bulunan yalancı Peygamber’leri mu’cizelerle bertaraf ediyorlarsa, gerçek manada Mürşîd’ler tasarruf yetkili, Sahib-i Zaman’lar da tasarruflarıyla, ehil olmayan, Seyr-i Sülûk vâdisinde mürşid olarak herhangi bir yetkisi olmayan müteşyyip’leri şeyh’lik taslayan şeyh taslaklarını bertaraf ederler. Bu tesbiti yaptıktan sonra, memleketimizde 30 Teşrin-i Sâni 1341 (1925) tarih ve 677 sayılı Tekke ve Zâviyelerle, Türbelerin Seddine (kapanmasına) ve Türbedarlıklarla bir takım unvanların men ve ilgasına dair, kanunla, Tekke’ler kapanıncaya kadar, 19. asır ve 20. asrın ilk çeyreğinden, gaspedilen Tekke Şeyhlikleri, işgal edilen tekkeler, İstanbul Kadılığı’nın ve Zaptiye’nin devreye sokulduğu tekke ve şeyh kavgalarına şahid olunmuştur. Tamâmen gönül ve hâl işi olan tasavvuf’ta kavgaların arbedenin ve nefsâniyyetin yerinin olmadığı âşikardır. Cumhuriyet döneminde, “Buhar Kazanı’nın tazyikini dengelmek için konulan emniyet musluğu” gibi açık tutulan ve serbest bırakılan kimi dergahları ve bu dergahların sözde şeyhlerini istisna edersek, şeyhlik iddiasında bulunan, kendileri böyle bir iddiada bulunmasalar bile, “Şeyh uçmaz, onu müridleri uçurur,” Darb-i Meselesinde olduğu gibi, mürid ve sâlikler tarafından şeyhlik ve mürşidlik makamına oturtulan, “İstemem ama, yan cebime koy” Darb-i Meseline uygun, zaman içinde kendilerini gerçekten şeyh ve mürşîd zannedenlere gelince, bunların selefleri olduklarını iddia ettikleri zevâtın, teselsül ve Nisbet-i Sahih’leri olmadığına göre elbette, kendilerinin de herhangi bir teselsül ve Nisbet-i Sahîha’ları yoktur. “NAKŞİBENDİYYE”de, Silsele-i Zehep (Altın Halka), Resûl-i Zîşân Efendimizden i’tibaren teselsül ettirilirse, 29. Sıddık-ı Ekber, Ebu Bekr’s-Sıddık (r.a) Efendimizden teselsül ettirilirse 28. halkası olan Abdullah’i Dehlevi (K.S.) Hazretlerine kadar, Kuzey Irak ve Türkiye’deki kendilerini “Nakşî” olarak tavsif eden gruplar arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Ancak, bu gruplar Altın Halka’nın 29.sundan itibâren, Altın Halkayı kopartmışlar, Silsele-i Zehebe paslı demirden bir halka ilâve etmeye kalkmışlardır. Paslı demir halkadan i’tibâren de her grup kendi Silselesini teselsül ettirmiştir. Türkiye’deki Nakşî olduklarını iddia eden gruplardan her birinin silselesi farklıdır. Kimi gruplar, paslı demir halkandan i’tibâren kendi ecdadından bir silselese teselsül ettirmiş, şeyhlik yerine, Doğu ve Güneydoğu’da yaygın olduğu gibi “Şıhlık” oluşmuştur. Sonra da bu “Şıhlık” dededen toruna, babadan oğula devam ettirilmiş, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi son yıllarda da Akdeniz ve Ege illerimizdeki pek çok gece kulübü ve barı “şıh” torunlarının işlettiği bilinmektedir. Herhangi bir yere elektriğin-ışığın ulaşabilmesi için, üretim merkezi baraj ve santrallerden en ücradaki tüketim merkezlerine bir iletkenle iletilmesi lâzımdır. Önce büyük indirim merkezleriyle voltaj düşürülür, nisbeten düşürülen voltaj trafo ve iletim hatlarıyla tüketim merkezine ulaştırılır, üretimden-tüketime bu elektriği ileten merkezlerden veya hatlardan birisinde kopukluk meydana gelse, trafolardan birisi devre dışı kalsa, kesinlikle nihâî tüketiciye elektrik-nur-ışık ulaşmaz. Elektriğin ulaşmadığı bir yerde, kolları som altından, taşları zeberced ve elmastan avizeler taksanız, aslâ etrafı aydınlatamazsınız. (Bu çok önemli hususa devam edeceğiz.)