O devirde Türkiye’de yayın yapan Ankara ve İstanbul radyoları-Türkiye’de henüz daha televizyon devri başlamadığı için sadece radyolar yayın yapıyorlardı.-haber bültenlerinde, sürekli Fransızların lehinde, Cezâyirli, İstiklâl (bağımsızlık) mücâdelesi veren kahramanlara, “Cezâyir’li âsîler,” diye hitap ediyordu.
Tabiîdir ki, bizim İstiklâl mücadelemizde tüm varlıklarını, eşlerinin şahsî ziynet eşyası da dâhil olmak üzere her ne varsa, İslâm’ın, Müslümanların zaferi için bize gönderen Cezâyirli Müslümanları derinden sarsmıştı. Zirâ, onlar bizden, Büyük Türk Milleti’nden dua ve manevî desteğin dışında herhangi bir yardım maddî manada beklemiyorlardı. Birleşmiş Milletler’de ve dünya Efkâr-ı Umûmiyyesi nezdinde kendi taraflarında yer almamızı, kurtuluş ve istiklâllerine kavuşmak için dua etmemizi ve manevî destek vermemizi bekliyorlardı.
Ramazan Ay’ı münasebetiyle, başta Sultanahmed ve Bayezid Camileri olmak üzere, İstanbul’un Salâtîn Camiî’lerinde va’az etmekte olan, Süleyman Efendi Hazretleri, Devletimizin bu tutumu karşısında “Hakk’ı söylemeyen dilsiz şeytandır,” fahvasınca bütün Salâbet-i Diniyyesiyle Cezâyir’deki durumu dile getirmiş,”Cezâyirli Müslüman kardeşlerimize Fransızlar tarihte emsâli görülmemiş, mezâlim tatbîk etmektedirler, ne hazindir ki, şu anda devletimizi idare edenler, Birleşmiş Milletlerde ve dünyanın diğer zeminlerinde, Fransızların yanında yer almaktadırlar. Radyolarımız, Cezâyirli İstiklâl mücadelesi veren mücâhid kardeşlerimizden “Âsîler,” diye bahsetmektedir. Cezâyirli İstiklâl mücadelesi veren mücahid kardeşlerimiz maddî destek veremiyoruz, hiç değilse dualarımızla yanlarında olalım,” buyurduğu için 19 Nisan 1956 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne celbedilir ifâdesi alınır:
Süleyman Efendi Hazretleri bu ifadelerinde; Üsküdar, Çamlıca, Kısıklı, Avcı Kazım Sokağı, 17 Numarada mukîm Osman oğlu 1304 yılında Silistre’de Hatice’den doğma, evli, iki çocuklu, Medresetü’L-Kuzâd ve Süleymaniye Medresesi me’zunu, mahkûmiyet ve sabıkasının olmadığını söyleyen Süleyman Hilmi Tunahan’ın alınan ifâdesinde suallere karşı: “Diyânet İşleri Reisliği’nin müsaadeli vâiziyim. Vazifem emsali misillü müftülükçe tayin edilir. Ve va’az mevzularımız da umûmiyetle Diyânet İşleri Riyâsetince tefrik olunur. Ramazan münasebetiyle va’az edebilmem için bana ayrılan camiler arasında Sultanahmed ve Bayezid Camileri de vardır. 18.04.1956 Çarşamba günü öğleden sonra Sultanahmed Camiî’nde “Ve’t-tîni” Sûresini mevzu yaparak derse başladım. Ve bu surenin ahkamını izah ettim, sözlerim arasında Cezâyir savaşlarına da temas eylediğim doğrudur. Bu konuda, Cezâyirli din kardeşlerimizin Anadolu Harbi’nde ve bizim müşkil anlarımızda nakden bize yardımda bulunduklarını, şimdi ise dualarımızla bizim de onlara yardım borcumuzu ödememiz lâzım geldiğini söyledim. Ve fakat onların yani Cezâyirlilerin İstiklâl Harbi sırasında bize yaptıkları nakdî yardımın hazineye intikal edip etmediği hususunda bir şey söylemedim.
Sözlerim arasında ellerimi açıp “Allah! Bu din kardeşlerimize zulüm yapan Fransızları İnşâ Allah!. Kahreder,” diyerek Cenab-ı Hakk’dan niyazda bulundum. Gazetelerimizin Cezâyirlilere, tarafımızdan yardım yapılması veya yapılmaması konusunda neşriyat yapmadıklarına temas etmedim. Ve hulâsa olarak gazete ve gazeteciler hakkında hiçbir şey söylemedim.
Bugün 19.04.1956 günü yine öğleden sonra “ve-L-asr” Sûresini mevzu ittihaz ederek, Bayezid Camiî’nde nasihatte bulundum. Kelâmullah olduğu için hakîkî manası ancak Cenab-ı Hakk tarafından bilinen ve fakat ilim yoluyla kısa da bize öğretilen mana ve medlûlüne göre bu surenin hükümleri iman, amel-i sâlih, hakkı ve sabrı tavsiye eder. Ben de bu esaslar üzerine izahat verdim. Ve yine sözlerim arasında imanca müşterekiz, mü’minlerin birbirine duası lazımdır, bu sebeple Cezâyir’deki Müslüman kardeşlerimiz için dua edelim, dedikten sonra din ve dünya işlerine temas ettiğim zaman dünya dine tabidir; dinsiz dünya olmayacağı gibi dünyasız da din olmaz., binâen aleyh bu iki cihet böylece anlaşıldıktan sonra asıl olan ilim ve kudret, Allah’ındır. Bizdeki ilim ve kudretler, Allah’ın ilim ve kudretine tâbidir. Bu itibarla tâbî olan bir ilim asıl olana nazaran geridir dedim. Cezâyir işine temas ettiğimi yukarıda söylemiştim.
Bu mevzudan bahsederken Mehmed Cezayir’li isminde bir arkadaşımı da andım. Bu zât benim Süleymaniye Medresesi’nde tahsil arkadaşım idi. Bir zamanlar Cezâyir’de müftülük yapmıştı. Tâkiben on seneden beri kendisiyle muhabere etmiyorum (edemiyorum) ve hayât memâtından da mâlûmâtım yoktur. Millî Mücadele sırasında Cezâyir’den memleketimize para getiren heyet arasında bu şahıs da vardı.
Bugünkü va’zımda “İnşâ Allah! Kitabımızı tanıyan bir devlet çıkar da-ki çıkacaktır-bizleri kurtarır” meâlinde bir konuşma yapmadım. Yalnız “Biz dinimizin ahkâmını tezbit eden mukaddes kitabımızdan faydalanan bâzı devletlerin ilerlediklerini ve bizim de kitabımıza ve dinimize sarılarak bu milletleri geçmek için gayret sarfetmemiz lâzım geldiğini ve hulâsa olarak dinimizin ve kitabımızın mâni-i Terakkî olmadığını izaha çalıştım.” dedi. Ve başka bir diyeceği olmadığını söyledi, ifadesini okudu, doğruluğunu beyan ettikten sonra altı birlikte imza edildi. 19.04.1956
C Grubu Amir C Grubu İfadesi
Alınan Vâiz
Başkomiser Polis Süleyman
Me’muru Hilmi Tunahan
Müjgan Giray Mustafa
Ertem
İfâde metninde geçmeyen muhtemel ve mukadder suallere cevap mahiyetindeki bu ifade metninde, Mürşid–i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, Maznun sıfatıyla Emniyet Müdürlüğü’ne celbedildiği bir anda bile İrşâd ve İhtidâ vazifesini bihakkın yerine getiriyor, “Tîn,” Suresinden, “Asr” suresinden, misâller vererek en nâmüsâid şartlarda bile İmanın ve İslâmın hakîkatlerini beyan ediyor...
Sözde, demokrasinin ve hürriyetlerin hâkim olduğu, Demokrat Parti’nin iktidar yıllarında, Nisan 1956’da, samîmî Müslümanlar, din ve vicdan hürriyeti, ifade hürriyeti bakımından CHP’nin tek parti iktidarı hegamonyasından farksız ağır bir baskı altındadır. İstanbul camilerinde “Müslüman kardeşlerimiz için dua edelim,” diyen Muhterem Zât Emniyete celbediliyor, ağır şartlar altında ifadesi alınıyor.
O devirde Fransızların Cezâyir’de, Cezâyirli Müslüman kardeşlerimize uyguladıkları gaddarca mezâlimin, katliâmın, soykırımın bir benzeri İsrail tarafından Gazze’deki Filistinli Müslüman kardeşlerimize uygulanmaktadır. Tıpkı, o devirde olduğu gibi Birleşmiş Milletler, dünya Efkâr-ı Umûmiyyesi hattâ İslâm Âleminin büyük bir bölümü suskundur, bigâne seyircidir.
Ama, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Parlamentosu, -muvafıkı-muhalifi-hükûmeti, Yargısı, Ordusu ve Milletiyle bir bütün olarak zulmün karşısında ayağa kalkmış günün şartları içerisinde yapılması gerekenleri yapmış, yapmaya da devam edecektir. Devletimizin bir parçası, Anayasal bir kurum, bir devlet kurumu olan Diyânet İşleri Başkanlığımız, Başkanlığa izâfeten İstanbul Müftülüğümüz, 09.01.2009 Cum’a günü, İstanbul ve civarı bütün camilerde okutulmak üzere bir hutbe hazırlatmıştır. İstanbul Müftülüğü’nde bir komisyon tarafından hazırlandığı anlaşılan bu hutbeyi, tarihin bugününe bir çivi çakmak için büyük bir memnuniyetle sütunlarıma alıyor, böyle bir hutbe hazırladıkları için başta İstanbul Müftümüz Prof.Dr. Mustafa Çağrıcı olmak üzere İstanbul Müftülüğü’nün bütün mensuplarını kutluyorum.
Bu hutbeyi dikkatlice okursanız, başlıktaki “Nereden Nereye?..” sualinin cevabını ve bağlantısını kolayca bulursunuz...
Muhterem Cemaat!
Şu sıralarda İslâm dünyası yine acılı günler yaşıyor. Şu sıralarda Filistin’de bir vahşet sergileniyor. Kendi vatanlarında özgürce yaşamayı istemekten başka suçu olmayan mâsum Gazzeliler’in üstüne, bir cinayet şebekesi ölüm kusuyor.
Hıristiyan dünyasında asırlarca aşağılanan, nefret edilen, reddedilen, ezilen, fırınlarda yakılan Yahudilerin torunları, çektikleri acıların kat kat fazlasını son 60 yıldır mâsum ve çaresiz Filistinliler’e reva görüyor.
Halbuki yüzyıllar boyunca Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da, İspanya’da, Osmanlı diyarında Hıristiyan mezalimine karşı Yahudileri hep Müslümanlar himaye etti. Yahudiler Endülüs’e (İspanya’da) İslâm hâkimiyetinde 800 sene boyunca huzur içinde yaşadılar. Sonunda Hıristiyanlar, bu ülkedeki İslâm hâkimiyetine 1492 yılında son verince, Müslümanlarla birlikte Yahudilere de görülmemiş baskı ve zulüm uyguladılar. Ve Yahudilerin imdadına yine Müslümanlar yetişti. Bunun nasıl olduğunu o zamanki bir Yahudi tarihçisinin yazdıklarından öğrenelim:
“Osmanlı hükümdarı İkinci Bayezid, İspanya kralının Yahudilere yaptığı bütün kötülükleri duyup, onların bir sığınak aradıklarını öğrenince hallerine acıdı. Ülkesinin her tarafına özel görevliler göndererek, valilerin Yahudilere kucak açmalarını buyurdu. Ve böylece ülkesinin her tarafındaki bütün insanlar Yahudileri iyi karşılayıp gece ve gündüz onları korudu... Ülke onlarla doldu.” (Bernard Lewis, Çatışan Kültürler, s. 26-27)
Evet, değerli müminler, bundan 500 küsur sene önce dedemiz Sultan Bayezid, yüz binlerce Yahudiye vatanını açmış! Ama -gelin görün ki- o Yahudilerin bazı torunları kendilerine kucak açanların torunlarını şimdi vahşice katlediyor... İnsanlık adına, ahlâk ve fazilet adına ne utanç verici bir durum!
Gazzeliler’in kardeşleri olan bazı devletlerdeki yöneticilerin, yaşanan vahşet karşısındaki ilgisizliği ya da çaresizliği de ibretlik!... Ne büyük tecelli ki, tarihte olduğu gibi bugün de Filistin’deki mazlumların acılarını en çok paylaşan, onları zulümden kurtarmak için en çok çırpınan millet yine bizim milletimiz, devlet yine bizim devletimiz...
Bir de şu sözde “medeni” dünyaya bakar mısınız, değerli Müslümanlar!.. Nerede o soykırım edebiyatı yapanlar?.. İnsan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, hatta hayvan hakları savunucuları nerede?.. Öldürülen adamlar, anneler ve çocuklar Müslüman olunca, kendilerini dünya barışının, insan haklarının bekçisi sayanlar susuyor ve vahşeti seyrediyor. Ne sefil bir zihniyet!
Keşke bugünkü Filistin kahramanlarının bazı ataları, 90 yıl önce kucaklarını İngiliz Lavranslar’a açmasalardı da torunlarının başına bunlar gelmeseydi! Keşke katillere karşı bugün torunlarının verdiği soylu mücadeleyi o zaman dedeleri verseydi!
Bazı İslâm ülkelerinde yaşanan bu felâketlerden ders alıp, vatanımızın, devletimizin, bağımsızlığımızın kadrini iyi bilelim, aziz cemaat... Birlik ve beraberliğimizi daha çok koruyalım. Birbirimizin kıymetini bilelim. Aramızdaki ayrılık ve bölünmelerin sadece düşmanlarımıza yarayacağını asla unutmayalım. Filistin dramından ders çıkaralım. Cenâb-ı Hakk’ın “Düşmanlarınıza karşı kuvvet hazırlayın, hazırlıklı olun” (Enfâl 8/60.)
Sevgili Peygamberimizin “Kuvvetli mümin zayıf müminden daha hayırlıdır.” (Müslim, “Kader”, 34.) şeklindeki ikazlarını dikkate alalım ve ülkemiz için daha çok çalışalım, daha güçlü olalım.
“Arkadaş! Yurduna alçakları uğratma sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vâdettiği günler Hakkın.
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”
Çok şükür, İstiklal harbinde bizim milletimize doğdu Hakkın vâdettiği günler.. İnşallah Filistinliler’e de doğacak o günler... Hepimiz bunun için dua edelim.
Gazzeli kardeşlerimiz için bugün ülke çapında yardım kampanyası düzenledik. Hem dualarımızla hem de yardımlarımızla Filistin kahramanlarının yanında olalım.
Allahım! Zalimlere ve katillere karşı İslâm’a ve Müslümanlara yardım eyle!
İstiklal harbimizde, her şey bitti sanıldığı bir sırada bize gönderdiğin yardım ve zaferi, Filistin’de ve dünyanın başka yerlerinde hak, hukuk ve bağımsızlık mücadelesi veren bütün kardeşlerimize de gönder yâ Rabbi!... Âmîn!...
Not: 16 Ocak 2009 tarihinde bu sütunlarda neşredilen yazının tekrarıdır. Önemine binaen yeniden neşrediyoruz.