Şimdi odamda oturmuş “Ne bayramdı ama” diyorum.
Bu Bayram, gerçekten aksiyonu bol, adrenalini düşmeyen, koşuşturmalı, heyecanlı bir film senaryosunun başrol oyuncusuydum.
Yazılarımı takip edenler bilir "Arkadaş" başlıklı yazımda ondan bahsetmiş ve benim ablam, annem, arkadaşım, sırdaşım demiştim.
İşte ondan bayrama sayılı günler kala bir gece yarısı “Kötüyüm, kendimi iyi hissetmiyorum, ölmek istiyorum gibi…” hiç ona ait olmayan cümleler duyunca gecenin 24.00’ünde Eskişehir'e yola çıkmış Bozüyük'ten itibaren telefonu elimden bırakmamış ama telefona cevap veren olmayınca heyecan ve endişe ile evin önünde dakikalarca zile basmış, dairesinde yanan ışığa rağmen gece 01.30’da kapı açılmayınca paniklemiş, şehir dışında yaşayan kızını aramak zorunda kalmıştım.
Kısaca durumu anlatmıştım şehir dışındaki Ezel'e.
Polis, ambulans desteği ile içeri girmiş ve can dostuma sarılmıştım günün ilk ışıklarıyla birlikte.
Bu yaşananlardan sadece bir kaç gün sonra "Nasıl" demek için aradığımdan "Çok iyiyim ama bayramda seni bekliyorum çık gel” deyince tası tarağı toplayıp Eskişehir'de almıştım soluğu.
Her zaman sevmişimdir bu kenti.
Porsuk kenarında kurulan kafelerde, kahve içmenin süzülen sandalların, enerjinin, dinamizmin, tutkunun, kültürün yeridir bende.
İşte yine böyle başlayan günde kahve sohbet gezi faslından sonra iyice yorgun düşmüş bir şekilde sokaktan çevirdiğimiz bir taksiye binip, erkenden eve geçip güzel bir film seyretmek amacımız. Zaten oldukça yorulduk, karşılıklı koltuklara uzanıp bir film izleyip uyuklamak istiyorum.
Sokak kapısının önüne geldiğimizde cep telefonumun olmadığını fark ediyorum. Aman Allah'ım…
Çantamı o heyecanlı hallaç pamuğuna çeviriyorum ama nafile.
Sadike "Acaba ofiste mi kaldı diyor?" bir ihtimal deyip atladığı takside. “Geç eve dinlen biraz” demeyi de ihmal etmeden.
Bir çocuk itiatiyle dinliyorum sözlerini ama dinlenmek ne mümkün. Telefon notları aldığım, yazdığım, çizdiğim programladığım bir cihaz benim için.
Camda bekliyorum onu, annesinin iş dönüşünü heyecanla bekleyen çocuk endişesinde.
Geliyor… "Hazırlan" diyor! Bu kez karakola gidiyoruz. "Bizi eve bırakan şoförü buldum bizden sonra yolda el eden kadını aldığını söyledi, araç içinde ki konuşmalarından şüphelenmiş onu tren garına bıraktığını söylemiş o olabilir diye" de konuşmuş. Ayağıma ilk bulduğum terliği geçiriyorum.
Hızlıca çıkıyoruz yine evden. Gelirken bindiğimiz petrol ofisinin önünde bir taksi var, el ediyoruz duruyor. Tesadüf bu ya, az önce onunla gelmiş Sadıke, yani konudan haberdar.
Bizi Eskişehir Çarşı karakoluna bırakıyor.
Yoldayken ilk eve bırakan taksici arıyor Sadike'yi.
"İfade vermem gerekirse ben de gelebilirim karakola" diye. "Gel” diyor Sadike.
Bense bu hıza ayak uydurmakta zorlanan bir ilkokul çocuğu edasıyla bakıyorum boş gözlerle.
Aman Allah'ım...
Karakol karakol değil yol geçen hanı!
Gasp'tan gelenleri mi ararsınız, ‘annem sevgilimi dövdürttü’ diye gelen kaçık bir kadını mı? Bir mağazada hırsızlık yaparken yakalanıp getirilen gençleri mi? Çıkan kavgada yaralanan şikayetçi olanları mı?
Bir bayram akşamında lunapark karakolun içi.
Işığı gören geliyor kavramı ile özdeş.
Şaşkın şaşkın bakınıyorum. Sıdıka atılıyor görevli polise derdimizi anlatmak için. Bense hala saf saf çevremi inceliyorum. Polis bana yöneliyor "Nerede çaldırdın" diyor. Çaldırdım mı bilmiyorum ki... "Kapı önüne geldiğimde telefonum yoktu" diyorum.
“Ne zaman fark ettin?” diyor. Haydaaa…
Vallahi tam Aziz Nesin'lik diyaloglar sahneler bunlar.
Tekrar ediyorum. “Apartmanın kapısına geldiğimde telefonum yoktu, o zaman fark ettim”
Şüpheli gözlerle yüzümü süzüyor.
İçimden “Aslında kendim aldım ama macera olsun diye taksi taksi dolaşıyoruz” demek geçiyor, susuyorum…
“Geçin oturun, biz çağırınca gelin” diyor.
20 metrekarelik alan düğün salonu gibi gelen gelene.
Hep böyle kalabalık mıdır karakollar, ya da ben bugün şanslı günümde miyim, ayağımı sürterek mi geldim bilmiyorum ki !!!
Sigara içmek için kapı önüne çıkıyorum. O sırada bizi ilk getiren taksi şoförü de geliyor.
Başlıyor anlatmaya “Ya hani sizi bırakırken el eden kadın vardı gözüm tutmamıştı, yemeğe gidecektim almak istememiştim. Dönüşte yine önüme çıkınca aldım…”
Yolda İstanbul'a gideceğini söyledi ve onu tren garına bırakmamı istedi, ama ilginç olan Turkcelli aramak için benden telefonumu istedi. 6 dakikalık konuşmuş baktım abla arayınca (Sadike'den bahsediyor)… hattını açtırmak istediğini söyledi, telefonda kesin o aldı telefonu ve kendi hattını taktı" sakince dinliyorum, yoksa bu kadar saçmalığın bir çırpıda yaşandığı anlar olamaz" diyorum. Bu bir kabus, bitecek ve biz birazdan evde film seyrediyor olacağız. Umarım...
Olmuyor .....
Gelen giden o kadar fazla ki bu karakolda, tutanak tutan polis kafasını kaldıramadığı için bize sıra gelmiyor, taksici bu kez polislere aynı kelimelerle bir sonraki müşteriye anlatıyor.
Ben hafif yollu bir sinir krizi geçiriyorum. Polis kalabalıktan sıkılmış olmalı ki taksiciye " Al bayanları git tren garına kadın oradaysa soruşturun ama önce oradaki polis noktasına gidip olanları anlatın" diyerek bizi başından savıyor.
Yine aynı telaşta taksiye binip Eskişehir sokaklarını arşınlıyoruz. Gara geldiğimizde hepimiz dökülüyoruz taksiden.
Taksici önde bizi arkada polis noktasını arıyoruz. Tadilattaymış...
" Arka sokaktaki karanlık yolu devam edin kapısında polis yazan odaya girin anlatın derdinizi" diyor demiryolunun görevlisi.
Konuşacak halim kalmamış kafa sallıyorum.
Önce binanın arka tarafına geçiyoruz, karanlıkta kafa göz yarmamak için Sadike ve taksici cep telefonlarının ışığını açıyorlar ben telefonsuz olduğum için beni araya alıp hendekler üzerine atılmış kalaslardan geçiriyorlar. Bata çıka önce binayı sonra da kapısında polis yazan odayı buluyoruz.
İçeride ışık yanıyor dışarıda ise beynim. Çünkü görev yerinde kimse yok.
Bunca Survivor tarzı koşuşturma sonuçsuz kalınca taksici “Ben kadını tanırım, peronlara gidelim” deyince peşine takılıp peronlara gidiyoruz.
Ben zaten kadını hiç görmediğim için herkesin ellerine bakıyorum telefonumu bulma amacıyla.
Gar boyunca bir aşağı bir yukarı koşturuyoruz. Taksici bu kez gişe memuruna yöneliyor ve "İstanbul treni kalktı mı diyor?"
"Hangisi diye" soruyu yanıtlıyor gişedeki kız.
Yok, vallahi şaka değil bu diyaloglar!
Komedi filmi gibi ama gerçek.
Taksici telefonu çıkarıyor cebinden, saati kontrol ediyor müşterinin onun telefonundan yaptığı görüşmenin saatine bakıyor. "21.00 treni" diyor. "O kalktı" diye yanıtlıyor kız.
"5 dakika sonra bir tane daha var", "Tamam" diyor taksici bir Sherlock Holmes edasıyla ve ekliyor “Geldiği gibi bilet bulamaz 21.00”e yetişememiştir, buralardadır” deyip büfelere, kafelere yöneliyor. Çay kahve satan-alan ne kadar nokta varsa hepsini geziyoruz birlikte hiç tanımadığım kadını aramak için. Bulamıyoruz tabii ki.
Taksici Sherlock Holmes bulduğu bir polisi yakalıyor ve olayı en başından aynı kelimelerle hızlıca anlatıyor.
Polis gecenin karanlığında yüzümüzü inceliyor, tekrar Çarşı karakoluna gitmemizi ve ifade vermemizi öneriyor.
Tekrar taksiye doluşuyoruz.
Sigara üstüne sigara içerken gülme tutuyor beni, sinirlerim harap.
Nasrettin Hoca gibi hissediyorum kendimi.
Telefonumu kaybettiğim yer neresi, tren gari neresi!?
Hani hocaya soruyorlar "Nerede kaybettin anahtarını" diye… Hoca “Evde” diyor! Eee niye sokakta arıyorsun o zaman hoca" denildiğinde “Ev karanlık göremiyorum, onun için sokaktayım" diye yanıtlıyor. Bizde taksiciye uyarak Eskişehir'in bir ucundan bir ucuna telefon aramaya geliyoruz.
Tekrar Çarşı Karakolundayız. Bizimle birlikte düzgün giyimli suratı asık bir kadında giriyor içeri. Belli ki burada olduğu için hiç memnun değil. Hangimiz memnunuz ki...
Yanında 7- 8 yaşında bir kız çocuğu var, onları ve bizi özel bir bölüme alıyorlar “Siz burada bekleyin” cümlesiyle. Çünkü içerisi ‘bir tur otobüsünün boşalan yolcuları gelmiş gibi’ kalabalık.
Bekliyoruz...
Bekliyoruz...
Dayanamayıp kalkıyorum “Bakın telefon ve maddi değeri önemli değil benim için, sadece bir laptop gibi depolama görevi görüyor. Onun için bulmak istiyorum telefonumu, içindeki belgeler özel. "Tamam” diyor "Bekle"
La havle....
Sonun da başarıyorum...
Polis memuru sisteme T.C.'mi girince bana ait olan tüm bilgilere ulaşmış olacak ki, ............Partisinin ilçe başkanısınız diyor. Başımı sallıyorum." Yazık oldu ya" diyor, "Başarılı bir siyasetçi" Yine başımı sallıyorum.
Aramızdaki monologdan sıkılmış olmalı ki hızla tutanağı hazırlıyor bir iki imza atıp çıkıyoruz.
Taksici akrabadan biri zannediyor sanırım kendini Sadike'ye ofise gelirim abla, çayını içerim" deyip eşek yüküyle yazdırdığı taksi ücretini ödetip gidiyor.
O an fark ediyorum sigaramın olmadığını.
Petrol ofisine girip sigara almak için yöneldiğimde ağzımdan “Bir telefon buldunuz mu” sorusu çıkıyor.
Tezgah arkası rafa kaldırdıkları telefonumu uzatıyorlar "Taksiden inerken düşürmüştünüz, arkanızdan seslendik ama duymadınız", saate bakıyor “4,5 saat oldu, artık nöbeti devredip gidecektik” diyorlar.
Göz ucuyla saati kontrol ediyorum akşam 8'de geldiğimiz apartman kapısına 4-5 Eskişehir turu attıktan sonra burnumuzun dibinde bulduğum telefonumla gece 24.00 de giriyorum.
Film izleyecek halim kalmadığı gibi içinde başrol oynadığım bir filmden çıkmış yorulmuştum.
Uyumak istiyorum.,
Ve ben şimdi tüm bunları neden kaleme aldım?
Tüm bu yaşananlar Kurban Bayramının 1. gününde, akşam saat 20.00-24.00 arası oldu, sabah gözlerimi açtığımda zonklayan bir beynim 22/11 olan tansiyonumla tüm günü hastanede geçirdim.
Sosyal medyadan takip eden ve geçmiş olsun dileklerinin yanında "Ne oldu" diye endişelenenlere yanıtımdır.
Bayram mı??
Sağlıkla nefes almak bayramdır....
Bir de yanınızdan hiç ayrılmayan sevdikleriniz.
Senaryo niteliğinde bir bayram oldu benimkisi…
Sizler nasılsınız
Nasıl geçti bayramınız
Eksiksiz ve sağlıkla kalınız