“Bilesiniz ki, Allah’ın velilerine korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.”
“Onlar iman edip takva’ya ermiş olanlardır.” (Yûnus 10/62, 63)
(Bu ikinci âyet, bir önceki âyette geçen, Allah dostlarının “Evliyâullâh’ın), kendilerine böylesine mukaddes bir unvan vermesini te’min eden husûsiyetlerini iki kelimede özetlemiştir. İman ve takvâ. Çünk, iman bütün bâtıl ve yanlış inanç’lardan sıyrılarak gerçeğe, hakk’a ulaşmış olanların, takvâ ise her türlü sapık ve kötü yollar’dan, başıboş ve hayvânî yaşama tarzından arınarak, kalbi Allah’a teslim etmenin, hayatı O’nun ahlâk disiblinine girmenin ifadesidir. İşte Allah dostları, iman ile ma’rifetullah’a ve takvâ ile de üstün ahlak’a ulaşmış oldularından, birinci âyette buyrulduğu gibi her türlü korkudan, kederden ve ye’isten kurtulmuşlardır. Çünkü onlar, en üstün kudret olan, Allah’ın dostluğunu ve himâyesini kazanmışlardır.)
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’lerinin, Konya seyâtini yazdıktan sonra Lâdik’li Ahmed Ağa’dan bahsetmemek olmazdı.
Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri, Hicrî, 1359, Miladî, 1938 yılında, Bursa’da, Uludağ eteklerindeki, Emirsultan Cami’i ve Türbesi’nin yakınlarında Mürşidi, Özbekistan asıllı, Salâhaddin bn-i Mevlânâ Sirâcüddîn Efendi Hazret’leri (K.S.)’nin izniyle çilesini tamamlamış, ÜStadı’nın Mürşid’i’nin, aradan çekilip, Nisbet-i Ma’neviyye ile doğrudan, Silsile-i Saâdât’ın, Silsile-i Zeheb’in 23. Halkası, Kutbu’l-Aktâb, Müceddid-i Elf-i Sânî, Nakşibendiyye’nin “Müceddidî’yye Kolunun bânisi, İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Fârukî es-Sirhindî, (K.S.) bağlamından i’tibâren, Medâr Mürşid olarak, dtecdid, irşâd ve ihdâ vazifesine fiîlen başlamıştır.
Yeryüzünde, insanlar arasında, Allah’ın nîce velî kulları vardır ki, bu zevât ekseriyya, kendilerinin veli olduklarını bile bilmezler. Ama, herhani bir zât Sahib-i Zaman ise, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ise, Asr’ın Müceddidi ise, bu vazife’lrinin de ötesinde, bir de, “MEDÂR MÜRŞİD” ise, tasavvufî ta’birle “Sell-i Seyf” etmek, (kılıcı çekip, meydanda vazifesini ilân etmek), mecbûriyetindedir. Nasıl ki, Peygamber, gönderildiği kavmine veya ümmetine Peygamber’liğini ilân edip, Allah tarafından mu’cize’lrle te’yid edildiği gibi, Mürşid’i Kâmil ve Mükemmiller, Müceddid’ler, üstelik, bir de “MEDÂR MÜRŞİD’ler, irşâd ve ihdasına me’mur olduğu ümmete tebliğ ve izhar’a ve bir şekilde isbata mecburdurlar.
Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri (K.S.), aynı zamanda Medâr Mürşid olduğu için, tassarrufunun devam ettiği müddetçe, bütün ma’nevî dinamikler’den sorumludur. Ma’neviyyat Âleminde, üçler, yediler, kırklar, Divânü’s-Sâlihîn olarak bilinen periyodik olarak yapılan toplantılara riyâset eder. En az senede bir def’a olmak üzere, mühîm hâdisâtın cereyan etmesi halinde daha sık aralıklarla toplanan, Divanü’s-Sâlihin’den daha da kapsamlı büyük toplantılara, “Meşhed-i Âzam” toplantılarına eğer, bizzat Resûl-ü Ekrem riyâset etmiyorsa, Meşhed-i Âzam’a da riyâset eder.
Medâr Mürşid olması hasabiyle, diğer Turuk-u Âliye’den, onun zamanında gerçek mürşid’leri kalmamış olan tarîkat’lerin, şeyhi ve Mürşid-i Kâmili’dir. Bu sebeble, kendileri, Turuk-u Âliye’den Nakşî’lerin usûlü, Hatmi Hâcegânı öğrettiği gibi, Kâdrî’lerin usulü olan Hatm-i Kâdirî’yi de öğretmiş ve yaptırmıştır. İmâm-ı Rabbânî Evladı, zaman zaman, Perşembe akşamları, teberrüken Hatm-i Kâdirî’yi de yapmaktadırlar.
Ahmed Ağa, üçler, yediler, kırklar, Divânü’s-Sâlihîn ve Meşhed-i Âzam toplantılarına katılır, Sahib-i Zaman, Müceddid ve Medâr Mürşid olan Zât’ın en yakın yardımcılarındandır.
LADİK’Lİ AHMED AĞA KİMDİR?
Lâdik’li Ahmed Ağa, 1888 Milâdî yılında Konya’ya bağlı, Sarayönü İlçe’sinin Lâdik Köyün’de (Kasaba) doğdu. Hiç okumadı, ümmî idi. Aile geleneklerine uyarak çocukluk yaşlarından i’tibâren çobanlığı ve çiftçiliğe başladı. Ahmed Ağa’nın ergenilkten bülûğ çağına geçmekte olduğu yıllar, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin inkıraz’a ma’ruz kaldığı, meş’ûm vaka’ların meydana geldiği yıllardır. Ahmed Ağa önce Balkan Harbi için askerliğe alınır, ardından 1914-1918 yılları arasında cereyan eden ve maalesef hezimetle neticelenen, Harb-u Umûmî’ye katıldı. Lâdik’li Ahmed Ağa için, Balkan Harbi, Harb-i Umûmî bunlar küçük muharebeler idi. O aslında Cihad-ı ekber peşindeydi. (Çünkü en büyük Cihad, Cihad-ı Ekber, Nefs-i Emmâre ile Cihad idi.)
Harb-i Umûmî’de, Kanal Harekâtı olarak dünya Harp tarihine geçen harekât sırasında, Seferî Kuvvet’lerin geri çekilmesi emredildiği zaman, adetâ bir mahşer günü yaşanıyordu. Şehid’ler, ağır yaralı gâzî’ler, ric’at emriyle perişan, bütün motivasyonunu kaybetmiş askerler. Bu askerler arasında Lâdik'li Ahmed Ağa da vardır. Mukaddes topraklara uzanan, nâmerd, nâmahrem elleri kırmak için, bir oraya bir buraya koşturuyor. Ancak, kaderde vurmakt var, vurulmak da… Lâdik'li Ahmet Ağa, vurdu, vurdu, ama, o da vuruldu. Yarası o kadar ağırdı ki, şehîd olacağını zannetti, çok sevindi, fakat gazi olabildi.
Kan-revan içinde yatıyorken, dudaklarından şu dörtlük dökülüverdi:
Yaram ağır kalkamıyorum;
Meded Senden Yâ Râb! Medet!
Hâlim n'olur bilemiyorum,
Medet Senden Yâ Râb! Medet!
Birbirine girdi cihan,
Medet Senden Yâ Râb! Medet!
Akıl fikir eyle ihsan
Medet Senden Yâ Rab! Medet!
Lâdik'li Ahmet Ağa ağır yaralıydı, bayılmıştı. Ric'at emri alan birlikler çoktan buradan uzaklaşmışlardı. Hayatta kalanların geride kalan şehidler ve ağır yaralı gâziler ile alakadar olma imkân ve şansları yoktu.
Kaç gün geçmişti. Bilmiyordu. Azıcık kendisine gelir gibi olmuştu. ayağa kalkmak istedi, kalkamadı. Biraz doğrulur gibi oldu. Susuzluktan yine bayılmak üzereydi. Biraz ilerisinde bir çöl bitkisini farketti. Sanki bir serap görür gibi, bitkinin dallarında su damlacıkları gördü. Sürünerek bitkiye yaklaştı. Gerçekten de bitkinin dallarında büyükçe bir damla su vardı.
Bir yudum su olsa içsem,
Medet Senden Yâ Rab! Medet!
Sırat köprüsünden geçsem,
Emdet Senden Yâ Râb! Medet!
Lâdik'li Ahmet Ağa, derûnunda, ma'nevî derinliklerinde böylesine inleyince, bitki on a, o bitkiye biraz daha yaklaştı. O bir damlacık su büyüdü, büyüdü, bir birliğe yetecek bir hacme ulaştı. Ahmet Ağa kana kana suyu içti ve:
Âlem'lerin Saabı (Sahibi) Allah.
Her şeylere kâdir Allah.
Emdet senden Yâ Râb! Medet!
Lâdik’li Ahmed Ağa yaşıyordu. Fakat cansız gibiydi. Hareketsiz, kımıldamıyordu. Çölün ortasında, zifirî karanlıktaydı, Zaman zaman, çok ötelerden, çöl çakallarının sesi duyuluyordu. Bu ortam, Ahmed Ağa’nın yaralarını bir kerre daha sızlatıyordu.
Biraz toparlandı. Tur Dağı’nın yamaçlarından biraz sonra, bütün semâyı nurlandıracak dolunay’ın akisleri görülüyordu. Derken tamâmen nurlanmış semada, bir yıldız sağılıyordu. Aslında, semada sağılan herhangi bir yıldız değil, ufuklar’dan süzülüp gelen atlı bir zat idi. Şimşek hızıyla at üstünde gelen adam, biraz esmerce uzun boylu, son derece çevik bir insandı. Atının üzerinden inmeden Lâdikli Ahmed Ağa’ya,
Garip garip bakan Tih ve Tur’a,
Hakk’a kavuşturdu bu yara!...
Bu ara kırbasını uzatarak, “Çok yanmışsındır, doya doya iç! dedi... Şimşek hızıyla, Lâdik’liyi atının terkisine alarak,
- Yum gözünü! dedi...
Lâdikli gözlerini yumdu. Ses duvarının çok ötesinde, ışık hızıyla, ki,–Işık hızı bir sâniye’de 300 Bin km.’dir.-bir yerlere vardılar. Berâberce at’dan inildi. Lâdik’li, sadece diz kapaklarından aşağı ayaklarının biraz üşüdüğünü hissetti. Artık gözlerini açabilirsin, dedi, Gözlerini açtığında kendisini Kudüs’teki bir hastahane’nin bahçesinde buldu. Bu hastahane’de uzun bir müddet tedâvi edildi.
Hastahane’de hekimler müdahale ettiğinde, Lâdik’li sapsarı kesilmişti. Vücudunda hemen hemen hiç kan kalmamıştı. Bu durumu gören hekimler, “Olağanüstü bir durum,” dediler.
Aşırı kan kaybından ayıklık-baygınlık arasında,
Beni burda fazla tutmam tabipler,
Hemen bir hızmata daha koşayım!
Bizden gayret bekler ulu habipler,
Hemen bir hızmata daha koşayım!...
Lâdik’li bir hastahanede yatıyordu. Mescid-i Aksâ’da yatsı ezanı okunuyordu. Yanık sesli Arab müezzinin sesi Lâdik’linin içini sızlatıyordu. Fakat, yerinden kımıldayamadığı için Mescid-i Aksâ’ya gidemiyordu.
Aksâ Mescidinde ezan okunur,
Arab müezzinin sesi dokunur,
Kahpe düşman bura nasıl sokunur?
Hemen bir hızmata daha koşayım!...
Bu feryadı duyan hekimlerden birisi, “Yorma kendini dinlen biraz!... Tedâvin biter bitmez yine hizmete koşarsın, üzülme!... dedi.
Cephede beklerler yârenler beni,
Hızmat için verdi Allah bu teni,
Du’am’dan unutmam bilesin seni,
Ezan biter bitmez imâ ile abdest aldı. Yerinden kalkmaya değil, kımıldamaya bile tâkati yoktu. Hemen imâ ile namaza durdu yattığı yerden...
Lâdik’li yattığı yerde imâ ile namaz kılıyordu, fakat, gönlü Mescid’i Aksâ’da, Peygamber’lerin ruhâniyyetleri beraberdi...