2004 REFERANDUMUNDA “EVET” DEMELERİNE RAĞMEN KENDİSİNE VERİLEN SÖZLERİN HİÇBİRİ TUTULMAYAN KIBRIS TÜRKÜ, ADANIN TAMAMINI TEMSİLEN AB ÜYESİ YAPILAN RUMLAR KARŞISINDA HAKLARINI SAVUNABİLMEK İÇİN, “ÖNCE DEVLETİM” DİYEN DERVİŞ EROĞLU’NU İLK TURDA CUMHURBAŞKANI SEÇTİ. KKTC’NİN 3. CUMHURBAŞKANI SEÇİLEN EROĞLU, “MASADAN KAÇMAYACAĞIZ. TÜRKİYE İLE UYUM İÇİNDE ÇALIŞACAĞIZ” DEDİ Kendilerini ‘liberal aydın’ olarak tanımlayan bir grup köşe yazarımız, 2004 referandumunda olduğu gibi, cumhurbaşkanlığı öncesinde Ada’da kamp kurmuşlar ve kimin Kıbrıs Türkü’nün nabzını tutmaya çalışmışlardı. 2004 referandumunda, ellerinde Karen Fogg’un paralarıyla hazırlanmış “Yes be annem” pankartlarıyla, Kıbrıs Türkü’ne “evet” dedirtmek için ellerinden geleni yapan ve Rumlarla birlikte AB cennetine girecekleri masalları anlatan bu ‘aydınlarımız’, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde de KKTC’de bayrak göstermişlerdi.Yaptıkları kamuoyu yoklamalarında, Derviş Eroğlu’nun ilk turda işi bitireceğini anlayınca da, “Aman ha! Derviş Eroğlu’nu seçersen yanarsın. O çözüm istemiyor, masadan kaçar. Son fırsatı kaçırma” propagandası başlattılar. Eroğlu karşıtlarının çabaları bir sonuç vermedi ve Derviş Eroğlu oyların yüzde 50.38’ini alarak, ilk turda KKTC’nin 3. Cumhurbaşkanı oldu. Bütün dünya KKTC’nin tanınma aşamasına geldiğine dikkat çekerken, liberal aydınlarımız, Kuzey Kıbrıs’ta yapılan seçimlerin aslında cumhurbaşkanlığı değil de bir toplum lideri, bir baş müzakereci seçimi olduğunu vurgulamaktaydılar. 2004’de Kıbrıs Türkü’ne verilen sözlerin hiçbirinin tutulmadığını, Rumların Ada’nın tümünü temsilen AB üyesi yapıldıklarını, AB üyeliğini garantiye almış Rumların, bugüne kadar yürütülen görüşmelerde, hiçbir konuda ödün vermeye yanaşmadıklarını, bu nedenle Kıbrıs Türkü’nün devletine sahip çıkmaktan başka şansları kalmadığını görmezden geliyorlardı. Onlara göre, Kıbrıs Türkü cumhurbaşkanı değil, müzakere masasına kendi adına kimin oturmasını istiyorsa, Kıbrıs sorununu hangi liderin çözebileceğine inanıyorsa, onu seçmeliydi.” Yani, KKTC’yi unutmalı, Rumlar içinde eriyip gitmeyi içlerine sindirmeliydiler. ULUSLAR ARASI HUKUK, YALNIZCA TÜRKLER SÖZ KONUSU OLUNCA MI GEÇERLİ OLUYORDU? Peki, kendini liberal aydın’ olarak tanımlayan bu yazarlarımıza göre Kıbrıs sorunu nasıl çözülecekti? “Birleşmiş Milletlerin (BM)’in çizdiği parametreler çerçevesinde, tek egemenlik ve siyasi eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki bölgeli federatif bir devlet kurulmasını öngören bir anlaşmayla tabii.” Başka bir yol yokmuş ve bugüne kadar da bulunamamış. Peki ortada bir KKTC gerçeği var; yeni dünya düzeninde avuç içi kadar yerler devlet yapılırken, KKTC’nin tanınması bir çözüm değil mi? Uluslar arası hukuk, yalnızca Türkler söz konusu olunca mu işliyor? “Türkiye’nin bulunmadığı bir topluluğa Kıbrıs üye olamaz” diyen diyen Londra ve Zürih anlaşmaları BM onaylı uluslar arası anlaşmalar değil midir? “BM onaylı bu anlaşmalara rağmen Rumlar nasıl Ada’nın tek temsilcisi olarak AB üyesi yapıldılar?” sorusunun akla mantığa yatkın, vicdanları rahatlatabilecek bir yanıtı var mı? Gelinen noktada Kıbrıs Türkü’nün, BM onaylı garanti anlaşmalarına ve “Sınır sorunu olan ülkeler topluluğa üye olamaz” diyen AB Anayasası’na rağmen, Ada’nın tamamını temsilen AB üyesi yapılmış Rumlar karşısında haklarını savunabilmek adına, gelinen noktada, Kıbrıs Türkü’nün devletine sahip çıkmaktan başka şansı kalmış mıdır? Gelecekte var olabilmek için, Annan Planı’nın girdaplarında kaybolup, Rum toplumu içinde eriyip yok olmamak için, Kıbrıs Türkü’nün “Önce devletim” demekten başka şansı kalmış mıdır? Kıbrıs Türkü dünyaya devletini tanıtıp kabul ettiremezse, Rumlar karşısında varlığını sürdürebilmesi mümkün müdür? MÜZAKERELER SONSUZA DEK SÜRDÜRÜLEMEZ M. Ali Talat’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Kıbrıs sorununu Birleşmiş Milletler parametreleri çerçevesinde çözmeye çalıştığı, çözümü siyasi bir hedef haline getirdiği, gerçekçi bir politika izlediği ve Annan Planı sürecinde bu açıdan rüştünü ispat ettiği savunuluyor. Tamam da, AB üyesi olmanın rahatlığı ve avantajıyla masaya oturan Rumlar karşısında, M. Ali Talat’ın 18 ay boyunca sürdürdüğü müzakereler sonunda, Kıbrıs Türkü’nün eline ne geçti? Adanın tamamını temsilen AB üyesi yapılmış Rumların Türklerle anlaşmaya niyetleri var mı? Kıbrıs Türkü’nün Rumlar karşısında haklarını savunabilmeleri, Rum toplumu içinde eriyip yok olmamaları için, KKTC’lerine, ayyıldızlı bayraklarına sahip çıkmaktan başka şansları var mıdır? 2009 yılının Aralık ayında, Girne Amerikan Üniversitesi’nde düzenlenen “KKTC’nin Statüsü” konulu sempozyumda, KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın ve Cumhurbaşkanı M. Ali Talat’ın konuyla ilgili konuşmalarını ve bu konuşmalar sonrasında iki cumhurbaşkanı arasında yaşanan tarihi söz düellosuna tanıklık etmiştik. Buradaki izlenimlerime dayanarak diyebilirim ki, CTP Başkanı olarak “KKTC ilan edildiği gece ağladım” diyebilen M. Ali Talat’ın, cumhurbaşkanlığı ve müzakere deneyimlerini yaşamış bir devletadamı olarak KKTC gerçeğini kabul etmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. DERVİŞ EROĞLU NEDEN SORU İŞARETLERİYLE DOLU OLSUN Kİ? Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde muhalifleri, Derviş Eroğlu’nun soru işaretleriyle dolu olduğunu söylüyorlardı. Eroğlu’nu eleştirenler, müzakere sürecini sürdüreceğini söylemiş olmalarına rağmen onu, Denktaş gibi, çözüme ve çözümün gerekliliğine inanmamış olmakla suçluyorlardı. Aslında korkulan Kıbrıs Türkü’nün gerçekleri görmüş olması ve “önce devletim” sloganı ile Eroğlu’nun çevresinde toplanacak olmasıydı. Bu gelişme Kıbrıs Davasının ‘çözümünü’ engelleyebilirdi. “Talat’ın gidip Eroğlu’nun gelmesi ‘hayırlara vesile’ olmayabilir”di.. Sonuçlar belli olduktan sonra UBP merkezi önünde 10 bin kişiye hitap eden Eroğlu, KKTC gerçeğini vurgulayarak, “Hani dünya bizi bilmezdi. Bakın dünyanın önde gelen yayın kuruluşları burada” diyordu. Eroğlu hedeflerini anlatırken de, “1963’ten bu yana halkımın hizmetindeyim. Kıbrıs sorununa ve halkına ömrümü verdim. Masadan kaçmayacağız. Türkiye ile uyum içinde çalışacağız.” diyordu ve ekliyordu: “Hristofyas’ın tavrını göreceğiz. Anlaşma derken, biz 1974’ün gerisine gitmek istemiyoruz. 1963’teki gibi üç yıl süren bir anlaşma da istemiyoruz.” Peki, Talat’ın gidip yerine Eroğlu’nun gelmesi neden istenmiyordu? Kıbrıs Türkü, 2004 referandumunda “evet” dediği halde bir kenara itilmedi mi? Rumlar, BM onaylı garanti anlaşmalarına ve AB Anayası’na rağmen, Ada’nın tek temsilcisi olarak AB üyesi yapılmadılar mı? Kıbrıs Türkü’ne verilen bütün sözler unutulmadı mı? Rumlarla 18 ay boyunca sürdürülen görüşmelerde, bir arpa boyu yol alındı mı? Peki, bugün gelinen noktada Kıbrıs Türkü’nün devletine sahip çıkmaktan başka şansı var mı? Kıbrıs Türkü, ne kendisinin ne de Anadolu Türkü’nün de hiçbir zaman AB üyesi yapılmayacağı gerçeğini yaşadı, gördü. Annan Planı, AB üyeliği kandırmacalarıyla Rum toplumu içinde eritilip yok edilmek istendiğinin farkına varan Kıbrıslı kardeşlerimiz, şimdi, kendi kaderini kendisinin yazma mücadelesini verecek. Derviş Eroğlu’nun işi zor. Haklı davasında Allah yardımcısı olsun. Bizler, anavatan Türkü olarak, her zaman olduğu gibi, Kıbrıslı kardeşlerimizin yanında olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü, Kıbrıs davası yalnızca Kıbrıs Türkü’nün davası değildir. Kıbrıs, bir küresel aktör olma yolunda olan Türkiye’nin güvenliği açısından son derece önemlidir. Türkiye uluslar arası arenada söz sahibi olmak istiyorsa, Kıbrıs davasının Anadolu ve Kıbrıs Türkü’nün çıkarlarını koruyan bir çözüme kavuşturulmasını sağlamalıdır. Yaşadığımız deneyimlerden ders almalı ve yeni dünya düzeni kurulurken gelecekte bizi zora sokmayacak çözümler üretmeliyiz. Türkiye kimsenin dayatmalarına boyun eğmek zorunda olan bir ülke değildir. AB’nin Ek Protokol’ü imzaladınız, gereğini yapın; limanlarınızı, havaalanlarınızı Rumlara açın dayatmasına kulak asmamalıyız. Merkel bile Rumların tek taraflı AB üyesi yapılmalarının yanlış olduğunu söylüyor. “Kıbrıs davası Türkiye’nin en haklı olduğu davalardan biridir.” Kıbrıs Türkü’yle elele vererek bu davayı mutlaka çözmeliyiz. Yeni görevin hayırlı olsun Sayın Eroğlu; Allah yardımcın, yolun açık olsun..