Türk Eğitim Sistemi’nin yeniden düzenlenmesi mevzu’unda, kısaca 4+4+4  diye isimlendirilen teklif’in TBMM Millî Eğitim Komisyonundaki görüşmeleri sırasında Adalet ve Kalkınma Partisi’nden bir milletvekilinin “Siz, Devr-i İktidarınızda “Allah!” demeyi bile yasakladınız,” demesi üzerine CHP’li milletvekilleri çok sert mukabelede bulunmuşlar...
Bunun üzerine AK Partili milletvekili, “Ben eza’nın Türkçe okutulmasını kasdettim,” diyerek özür beyan etmesi üzerine ortalık yatışmış...
Öyleyse gerçek nedir?
Kronolojik olarak,
- 03 Mart 1924 tarihinde, Tevhid-i Tedrisât Kanunu kabul edilerek, Osmanlı medreseleri, her kademedeki dinî eğitim müesseseleri kapatılmıştır.
- Yine aynı tarihte Şer’iyye ve Evkâf Vekâletiyle Erkan-ı Harbiyye-i Umûmiyye Vekâleti lağvedilmiştir. Böylece, Şer’î Mahkemeler ve Vakıflar kapatılmıştır. Şeriyye ve Evkâf Vekâletin yerine, “Din-i Mübîn-i İslâm’ın badema, i’tikad ve ibâdete dair bütün ahkâm ve mesâlih’in tedviri ve müssesât-ı Diniyye’nin idâresi için Cumhuriyetin makarrında (Cumhuriyetin Başkentinde) Diyânet İşleri Reisliği makamı te’sis edilmiştir. Diyânet İşleri Reisliği’nin tedvir edeceği hususlara, i’tikad ve ibâdet’in yanında ahlâk da bilahare ilâve edilmiştir.
25 Şubat 1925 Hıyânet-i Vataniyye (Vatan’a Hıyânet Kanunu), 04 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükûn kanunu çıkarılmış, 07 Mart 1925’de ise iki İstiklâl Mahkemesi kurulmuştur.
03 Mart 1924’de çıkarılan Diyânet İşleri Reisliği Kanununun 5. Maddesine göre Diyânet İşleri Başkanlığı’na, “T.C. Memâliki dahilinde bilcümle cevâmi (bütün camiler) ve Mesâcid-i Şerife’nin (Mescid’lerin) ve tekâvâ ve zeveyâ’nın (bütün tekke ve zâviyelerin) idaresini, imam, hatip, vâiz, şeyh ve müezzin ve kayyımların ve sâir müstahdeme’nin ta’yin ve azıllarine Diyânet İşleri me’murdur,” denilerek, İdaresi Diyânet İşlerine verilen tekke ve zâviyeler aradan bir sene geçmeden bu sefer tamâmen kapatılmışlardır.
24 Ağustos 1925 Mustafa Kemal’in Kastamonu seyahati sebebiyle şapkayı halka tanıtması, “İşte Türk’ün Serpuşu budur,” demesi...
02 Eylül 1925 tekke ve zâviyeler ile türbelerin kapatılması, ilmiye sınıfı ile devlet me’murlarının kıyâfet kararnâme’lerinin ilânı...
- 26 Aralık 1925 Milletlerarası takvim ve saatin kabulü...
- 25 Kasım 1925 Şapka Kanunu’nun TBMM’nce kabulü...
- 5 Nisan 1928 Cumhuriyet Halk Partisi tarafından lâiklik esasının ve Kanûn-i Esâsî’nin (Anayasa’nın) ta’dilinin kararlaştırılması...
- 10 Nisan 1928 Anayasa’dan, Kanûnî Esâsî’nin ikinci maddesi ki, “Devletin dini, Din-i İslâm’dır” maddesinin çıkarılması...
- 03 Ekim 1928; Yeni harflerin TBMM’since kabulü...
- 01 Eylül 1929; Maarif Vekâletine bağlı bütün lise’lerden Arapça ve Farsça derslerinin kaldırılması...
Görüldüğü gibi, günümüze kadar sârî mezâlimin hukûkî altyapısı, 1930’a kadar tamamlanmıştır. Filhakîka, ihtilâller hukukunda her zaman hukûkî bir zemine ihtiyaç yoktur. İhtilâller kendi hukuklarını da oluştururlar.
1920’li yılların sonlarında, Dâru’l-Fünûn, İlâhiyat Fakültesi’nde, fakülte kurulu, mason, İzmir’li İsmail Hakkı ve onun gibi düşünenlerin tahriki ile Hıristiyanlıkta, Protestan’ların yaptıkları gibi, İslâm Dininde de reform yapılmalı, camilere, mescid’lere sıralar konulmalı, ibâdet’ler Türkçe yapılmalı gibi ba’zı kararlar aldılar. Fakat, bu kararlar hiçbir zaman revaç bulmamış, idare de bu kararların arkasında durmamıştır. Ne var ki, 1932 yılına gelindiğinde, İstanbul’daki devrin meşhûr hafızlarından, Beşiktaş’lı hafız Rıza, hafız Kemal, hafız Nuri, Enderunlu hafız Yaşar ve hafız Ali Rıza (Sağman) gibi hafızlar, Dolmabahçe Sarayı’nda, Mustafa Kemal Paşa’yı ziyâret etmişler, aralarında şöyle bir muhavere geçmiş...
Bu toplantıda bulunanlardan hafız Ali Rıza Sağman, şöyle anlatıyor:
“Toplantıda bulunan arkadaşlar da hatırlarlar ki, Mustafa Kemâl bizlere, “Hafız beyler; son inkılabı siz yapacaksınız. Sizi büyük camilere hatip yapacağım, sizlere sırmalı kaftanlar giydireceğim. Hakîkatleri minber’den Türk’e sizler anlatacaksınız.” Hafız Ali Rıza devamla, Mustafa Kemâl bizlere üçer yüz lira da maaş bağlanacağını söylemiştir,” diyor.
Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan hafızlar, ezanın nasıl Türkçeleştirileceği noktasında anlaşamamışlar, kimisi “Allah Büyüktür,” derken, ba’zıları da “Allah Uludur,” demişler. “Hayyalelfelâh,” yerine “Haydin Kurtuluşa,” denilince, bu toplantıda hazır bulunan, Riyâset-i Cumhur Genel Sekreteri, Hasan Rıza Soyak, “Hele bir durun, hafız Efendiler! Bildiğiniz gibi, İstanbul’da, daha ziyâde Rum ve Ermeni vatandaşlarımızın yaşadığı bir semt vardır. Adı, “Kurtuluş”, sizler minârelerden, “Haydin Kurtuluşa!” diye bağırırsanız, İstanbul ahâlisi, Kurtuluş’da birşeyler dağıtıldığını zannederek oraya koşmaya kalkmasınlar...
Daha sonra, uzun yıllar, tamı tamına, neredeyse ondokuz yıl, TC Mimâlikinde, “Tanrı Uludur,” diye müezzileri ulutmuşlardır. Daha sonra minârelerden “ezan” tekrarlanan metin üzerinde ittifak edilince, salonda büyük bir sessizlik olmuş, herkes merak içerisinde derin bir sükût içerisinde beklerken, Mustafa Kemâl,
-Evvelki unutulsun! Bu, Arapçasından da saltanatlı olmuş!... demiş...
Dolmabahçe’de hafızlarla yapılan toplantılarda ele alınan konular, sadece Türkçe ezân mes’elesi değildi. Devrin meşhûr hafız ve müzisyenlerinden, hâfız Sadeddin Kaynak’ın hatıratında naklettiğine göre -ki, hatıratında şöyle anlatır; “Fatih Camiî’nde ilk def’a Türkçe Kur’ân okudum. Sonra Türkçe hutbeye sıra gelmişti. Mustafa Kemâl; “- Haydi bakayım. Türkçe hutbeyi de Süleymaniye’de oku. Ama okuyacağını evvelâ tertip et, bir göreyim.” Yazdım, verdim. Beğendi. Fakat Paşam, “Bende hitâbet kabiliyyeti yok, başka iş bu. Hafızlığa benzemiyor.” “Zararı yok, bir tecrübe edelim.” buyurdular. Bunun üzerine tekrar sordum; “Hutbe’ye çıkarken sarık saracak mıyım? Hayır, sarığı bırak, benim gibi başı açık ve fraklı,” Ne diyeyim, inkılap yapılıyor. “Peki” dedim. (Bizim, mevsûk tespitlerimize göre, “Minber’lere frak giyilerek çıkılması, Cum’a ve bayram hutbelerinin başı açık, frakla okunması teklifi, hafız Sadettin Kaynak ve diğer hafızlar’dan gelmiş, fakat Mustafa Kemâl, “Biz, ilmiye sınıfının dışarıda hangi kıyâfetleri giyemeyeceğine dair, kanun ve yönetmelik çıkardık. Cami ve mescidlerin içinde ne giyerlerse giysinler müdahale etmeyelim,” diyerek bu teklifi şiddetle reddetmiştir. Demek ki, zaman zaman yalakalar, devrimcilerden daha devrimci olabiliyorlar.)
1932’de başlatılan Türkçe Ezan okutmanın herhangi bir hukûkî altyapısı ve mezvuatı bulunmuyordu. Ancak, Dâhiliye Vekâletinden, Diyânet İşleri Resliğine gönderilen bir tezkere üzerine, Diyânet İşleri Riyâseti, Tahrirat Müdürlüğü’nün 360-128 sayılı emirleriyle bütün müftülere 1933’de şöyle ta’mim edilmiştir.
“Dâhiliye Vekâlet-i Celîlesinden vârid (gelen) tezkere’de “Türkçe ezan hakkında Riyâset-i Aliyye’lerince ittihaz olunan karar ve ta’mimin her tarafta aynı hassâsiyetle tatbîk ve ta’kip edilmemekte olduğu vilâyet’lerin iş’ârından anlaşılmakta olduğundan bu teşevvüş ve intizamsızlığın izâlesini te’min edecek kat’i ve sarih tebligatın te’kîden ve müsta’celen ifası ve keyfiyetten vilâyet’lerin de haberdar edilmesi için bir suretinin vekâlete gönderilmesi, ifade ve izbar buyrulduğuna nazaran evvelce riyâset makamınca tesbit ve Evkâf Umum Müdürlüğü tarafından vilâyet’lere ve Evkâf Müdürlerine ta’min edilen Türkçe ezan ve kâmet sûret’lerinin memleketin her tarafında, hattâ en ücra bir köşesinde, aynı şekil ve aynı zamanda bir ahenk, bir siyâk dairesinde tatbıki zarûrî olduğu halde şer’an memnû olmayan böyle Türkçe ezan ve kamet hakkında ba’zı müftüler tarafından tereddüde meydan verildiği anlaşılmıştır.”
“Binâen aleyh bu ta’mimin vüsulünü müteâkıp umum ilmiye me’murları, imam ve hatiplere kat’î tebligat icrası ile en ufak bir muhalefet irtikâp edeceklerin kat’î ve şedit mücâzâta ma’ruz kalacakları ta’mîmen beyân olunur, efendim... 04.02.1933
Diyânet İşleri Reisi Rifat (Börekçi)
Dâhiliye Vekâleti’nin tezkeresinden, daha önce Diyânet İşleri Reisliği’nin, Türkçe ezan mevzu’unda bir başta ta’mim neşrettiği anlaşılmaktadır.
Daha önceki ta’mimden ve bu ta’mim’den anlaşıldığı kadarıyla Türkçe ezan’a riâyet etmeyenler şiddetle cezalandırılacaklardır. Bu bakımdan, hiçbir kimse günün şartları dolaysiyle Türkçe ezan mes’elesini ne tahlil edebilmiş ve ne de tenkid edebilmiştir.
1932-1942 yılları arasında Türkçe ezan, herhangi bir hukûkî (elbette hukûkî bir zemin olamazdı), ve kânûnî bir zemin olmadan sırf, ta’mimlerle devam ettirilmiş, faşizan, jakoben, tâgûtî, ceberûtî idare, aslına uygun ezan okuyanlara akl-u hâyâle gelmeyen işkenceler ve zulüm yapmıştır. Toros’ların başındaki dağ köylerinde bile, aslına uygun ezan okuyanlar, jandarma dibcikleriyle öldüresiye dövülmüşler, hakârete ma’ruz kalmışlar, karakollarda günlerce, aç, susuz, nezârette tutulmuşlardır...
Nihâyet, 1942 Refik Saydam’ın Başbakan, Faik Öztrak’ın Dâhiliye Vekili, ya da Şükrü Saraçoğlu’nun Başbakan, Recep Peker’in Dâhiliye Vekili olduğu bir zamanda, Türk Ceza Kanununun 526. Maddesine bir fıkra ilâve edilerek, aslına uygun ezan okuyanlara, üç ay hapis cezası getirilmiş ve bu cezanın paraya çevrilemeyeceği, te’cil edilemeyeceği ayrıca hükme bağlanmıştır.
1932’den 1942’ye kadar fiîli olarak, “Allah!” demeyi yasaklayan, tagûtî, ceberûtî, CHP, 1942’den i’tibâren de 16 Haziran 1950’ye kadar da kanun müeyyidesiyle “Allah!” demeyi yasaklamıştır.
CHP, “Cumhuriyeti biz kurduk, demokrasiyi biz getirdik, iktisâdî ve ekonomik kalkınmayı biz başlattık,” diyerek bir taraftan geçmişiyle tefâhur ederken, elbette geçmişindeki, “Allah” demeyi yasaklamayı da deve çanı gibi boynunda taşımaya devam edecektir...
CHP’nin, tarihinin bir bölümü ile iftihar ederken, diğer bir bölümü kendilerine hatırlatıldığında küplere binmeleri ne kadar samimiyetsiz olduklarının bir göstergesidir...