Haber bültenlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yaptırdığı bir anketin sonuçları yayımlanıyor: “Dindar gençlik, gençliğe hitabenin ve andımızın kaldırılması ve ayrıca 19 Mayıs başta olmak üzere milli bayramların kutlanma şeklinin değiştirilmesi iktidar partisince halka soruldu. Halkın %70 i çağdaş dindar nesil yetiştirilmesini olumlu buldu. Andımızın kaldırılmasına karşı çıkanların oranı %55 olurken, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinin kaldırılmasına karşı çıkanların oranı %70 ve milli bayramların kutlanma şeklinin değiştirilmesine karşı olanların oranı da yine % 70 olarak gerçekleşti.”
   Anketin sonuçlarının beni asla şaşırtmadığını öncelikle ifade etmeliyim. Sonuç;Türk halkının zihniyet dünyasının yansımasıdır. Türkiye’de bütün askeri ya da sivil siyasi mühendislik çabalarının tosladığı duvardır bu zihniyet dünyası.
   Ziya Gökalp yüzyılın başında;”Türkleşmek, İslamlaşmak,  Muasırlaşmak(Çağdaşlaşmak)” demişti.   
   Entelektüellerin teorik dünyasında keskin çizgilerle ayrışmış ideolojik tasarımları ifade eden bu kavramların uyuşmazlığına ilişkin tartışma ve değerlendirmeler toplumun hayat pratiğinde bir kıymet ifade etmemektedir. Problemin felsefi ve entelektüel kıymeti ne olursa olsun; siyasette algıların gerçeklerden daha önemli olduğu kabulünden hareket ettiğimizde resmin tamamını görebiliriz.
   Türk halkı Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini muhafaza etmek ve Türk Gençliğine yüklenen milli ödevi sahiplenmekle Başbakan’ın “çağdaş dindar nesil” söylemini sahiplenmek arasında bir çelişki görmemektedir. Çocuklarının “Türküm; doğruyum, çalışkanım...”diye başlayıp,”Ne mutlu Türküm diyene” diye biten  manevi isteklendirme ile güne başlamaya devam etmesini istiyor. Halkımız mili bayramların kutlanma şekillerinde bazı kesimlerce keşfedilen “militerlikten” rahatsız olmadığını söylüyor. Yılda birkaç gün olsun genç evlatlarının asker adımlarıyla, bir ordunun görkemi içerisinde yürümesini istiyor. Etiketi ne olursa olsun birileri kalkıp da “aynı anda Türk, Müslüman ve çağdaş “olunamayacağına ve tanımlardan ille de birini seçmesi gerektiğine dair nutuk attığında suratında sadece bir tiksinti ya da acıma ifadesi oluşuyor.
   Bir zamanlar Nihal Atsız kuşağının Türkçüleri geliştirdikleri  “Türk’e rağmen Türkçülük” fikriyatıyla dinin bütün toplumsal ve bireysel tezahürleriyle neredeyse kanlı bıçaklı bir milliyetçilik anlayışını yerleştirmeye çalıştılar fakat “yaşayan Türkün” kültür kodlarına çarpıp marjinalleştiler. Alparslan Türkeş’le İslam yeniden Gökalp’ci anlamıyla milliyetçi müktesebata dâhil edildi ve ülkücü olarak ifade edilen siyasal milliyetçilik seksen öncesinin iç savaş atmosferi içerisinde din ile barışarak kitleselleşme imkânı bulabildi. Kısaca milliyetçi cenahta teorik Türk reel Türk’e yenildi. Hoş,Gökalp’in formülünün yüzde yetmişin ruhuna kazındığı bir ülkede MHP’nin %13’ü için her halde en doğru tanım; düşüncesi ve özlemleri halkın kalbinde kendisi barajın kıyılarında bir parti  tasviri olacaktır.
   Milli Nizam Partisi ile ortaya çıkıp MSP olarak yola devam eden İslamcı Hareketin tasavvur ettiği “Müslüman” başlangıçta “batı kulübünden gelen her şeye karşı” idi. Onlar asırlar da geçse “haçlı kulübü” idiler, demokrasi ise sadece bir araçtı ve “şeytanın düzeni manasına gelirdi”. İnsanlığı ve memleketi “adil düzen” kurtaracaktı. Vitrinde “adil düzen” denilse de sokak aralarında,camilerde “şeriat”  denildiği bilinen sırdı..Halkımız bunları da yıllarca dinledi… Ne zamanki “batıyı şeytan olmaktan “çıkardılar,” “demokrasi mücadelesine” soyunduklarını,ekonomik düzene dokunmayacaklarını söylediler,üst üste gelen krizlerin eski siyasi kadroları itibarsızlaştırmasının da etkisiyle iktidarı teslim etti.Yani halkımız İslamcıların teorik/kitabi İslam’ını kendi reel İslam’ına benzetmeyi başardı.
   Bir de halkımızın iradesine inat ve inançla direnenler var. Haklarını yemeyelim ve bunun aslında bir fikir şövalyeliği olduğunu da teslim edelim. Sonuçta herkes halkla uzlaşmak zorunda değil. Tanzimat’tan beri çağdaşlaşmayı; birey ve toplum bazında değerler dünyasının batılaşması olarak kabul eden ve Türkiye’ye Batının dışında hem değer sistemi hem de siyasi olarak  alternatif bir gelecek tasavvur etmeyi kabul etmeyen Batıcılar. Cumhuriyetin kuruluşunu müteakiben 1929 krizinden itibaren devletin bütün hücrelerine nüfuz eden bu grup; Kurtuluş Savaşı’nın anlatısını bile;milli mücadelenin  dayandığı İslam Dünyası ve Bolşevik Rusya yani Doğu boyutundan arındırarak ve cumhuriyeti sadece “laikliğe “indirgeyerek anlatmakta ısrar etmektedirler. Laiklikten anladıkları ise insanın  metafizik  bağlarından arınması ya da devlet eliyle arındırılmasıdır. Bu yapılmadığı yani birey dinden tam anlamıyla koparılmadığı müddetçe din ve devletin ayrılığının geçekleşmeyeceğine dair açıkça dillendirilmeyen derin bir inanış vardır bu kesimde. Kendilerini Kemalist olarak tanımlayan bu kesimler Ecevit’in “Ortanın Solu” söylemiyle gündeme getirdiği “dine saygılı laiklik” –yüzyılın başında 1925 de Terakkiperver Parti’nin kapatılma sebebiydi- CHP’nin 1970’lerdeki başarısına katkısı üzerinde düşünmedikleri gibi, dinin toplumsal zihniyet üzerindeki etkileri konusunda da ortalama materyalist söylemin sınırları dışına çıkamamışlardır. Yeri gelmişken Baykal’ın Anadolu Solu açılımıyla bu yapıyı değiştirmeye çalıştığını ve başaramadığını teslim edelim.
   Din -varsayılanın aksine -,hiçbir zaman Türk toplumunda tek başına siyaseti belirleyen bir unsur olmamıştır. Türk halkı her zaman dini inançlarına saygı istemiştir yoksa arzuladığı “dine dayalı siyasi nizam” değildir. Aynı halk kendisine “gerçek İslam” diye vatansız ve bayraksız bir din anlayışını dayatmaya çalışanları da ya tarihin çöp sepetine yollamış ya da “dönüştürmüş”,”gömleği çıkarmak zorunda bırakmış”, kendi ifadesiyle imana getirmiştir. Vatanının bekası için altı asır boyunca takdis ettiği Osmanlı hanedanını ve İslam Hilafetini feda etmekten çekinmeyen halk, kurtarıcı irade adına 1930’dan itibaren zorbalaşan anlayışı da kendi meşrebince 1950’de sandığa gömmüştür. Hiçbir zaman, zorbanın rengi ne olursa olsun, zorbalığa ruhunu teslim etmemiş zulmün iradesine ram olmamıştır. Her zaman kendi yöntemleriyle “usuletle ve suhuletle” ,iç savaşa yol açmadan zorbalığı alaşağı etmenin bir yolunu bulmuştur.
   Bu ankete verdiği cevaplarla Türk halkı diyor ki-vallahi ben demiyorum -:“Çağdaş dindar nesil” yetiştir bana uyar. Hem dindar hem çağdaş olması şartıyla… Yobazlığı asla kabul etmem. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde Müslümanlığıma ve insanlığıma aykırı bir taraf görmüyorum. Hem ne ziyanı var çocuklarımın “Türküm “ diye güne başlamasının? Hele hele; memleketime kurşun sıkanlara hoş gelsin niyetiyle bu işleri yapmayı düşünenler varsa bilsin ki; ben Balkanlardan Kafkaslara, Ortadoğu’ya kadar imparatorluk coğrafyasından bu teranelerle sökülüp atılmış bir milletim. Bu numaraları yemem! Eğer beni milliyetimle, milli değerlerimle dinim ve insanlığım arasında bir tercih yapmaya zorlarsan geçmişte kendi doğrularına uymaya zorlayanların kaderine bakmanı tavsiye ederim.”
       Bu temaya devam edeceğiz…