Şâir’ler Sultanı, (Sultânü’ş-Şuarâ), nesr’in en büyük üstadı, sözün ustası, mütefekkir, da’va adamı, Salâbet-i Diniyye Sâhibi, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in, “Gençliğe Hitâbesi”ndeki bir iki kelimeyi cımbızlayarak ahkâm kesenler ne yazık, Üstad’ın hayatını, mücadelesini, mücadele ettiği yıllardaki şartları bilmeyenlerdir.
Üstad, muasırı emsâli gibi, zaman içinde değişen, siyâsi ve içtimâî şartlara göre fikir değiştirenlerden değildi.
Makam-mevki, dünyalık için devrin ceberûtî, tagutlarına temennâ çeken, onları göklere çıkaran birisi hiç olmadı.
Ba’zı dersiâmların bile, kendi evlerinde çocuklarına, torunlarına, asgarî Zarûrat-i Diniyye’lerini öğretmekten imtina ettikleri bir devir’de hiç çekinmeden, zindanlarda çürümekten korkmadan, İslâm’ı Hakk’ı haykırabilen tek şahsiyet idi.
Medreselerin kapatıldığı zâlimlerin saflarında yer almayan gerçek ilim-din adamlarının darağaçlarında sallandırıldığı, din eğitimin tamâmen yasak edildiği, eğitim şöyle dursun, kendi kendine gecenin bir vakti gaz lambası ışığında Kur’ân okuyanların polis’in gece bekçisinin ta’kibine ma’ruz bırakıldığı, Allah! demenin, Evet! Allah! demenin yasaklandığı-ki, 1940’lı yılların başında, Dâhiliye Vekili, İstanbul Valiliği’ne bir ta’mim göndererek “Son zamanlarda, İstanbul Matbuatında, pek sık olarak “Allah’tan bahsedildiği müşâhade edilmektedir. Müdâhale edilmesi ve önlenmesi için gereğinin yapılması” emrediliyordu.
Zulmün, din düşmanlığının had safhada olduğu, din ve vicdan hürriyetinin ayaklar altına alındığı bir devir’de çıkardığı günlük-haftalık Büyük Doğu Gazete ve mecmuasıyla, ceberûtî idareye, tagutlara karşı tek başına meydana çıkan ve Hakk’ı haykıran tek kişi Üstad Necip Fazıl Kısakürek idi.
1940’lı yılların ortalarından i’tibâren, gelişen siyâsî, içtimâî, dinî hareketlerin Üstad Necip Fazıl Kısakürek’ten müte’essir olmadığını iddia etmek büyük haksızlıktır. Uzun mücadele yılları içerisinde, şiir’leri, nesir’leri, zindanlarda yazdığı şiir’leri, destanları, muhâkemeler sırasındaki eşsiz ve destansı müdafaaları, Türk İnsanı’nı Anadolu Gençliğine yönlendirmiş ve onlara istikâmet vermiştir.
Zor şartlarda ve maddî imkânsızlıklar altında çıkarabildiği, Büyük Doğu Mecmuası ve kitapları, Anadolu Gençliği tarafından kapışılır, günlerce çölde susuz kalmış bir insanın hâlet-i ruhiyesiyle bulduğu ilk suyu kana kana içtiği gibi, yutarcasına okunuyordu.
1940’lı, 1950’li, 1960’lı ve 1970’li yılların sonlarına kadar günümüzde olduğu gibi çok parti, çok vakıf, çok dernek, çok câzibe merkezleri bulunmadığı için, küfre, zulme, ceberûtî idareye, tagutlara, her türlü “İzm”e karşı olan gençlik, bir bütün olarak “Büyük Doğu Gençliği” idi.
BÜYÜK DOĞU MARŞI:
Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, Klavuz’un!
Fethine çık doğru, güzel, sonsuzun!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri sen, kara toprak!
Şahit ol ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun Büyük Doğu, ben doğarak!

Anası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!...
(1938)

Bu yıllarda elbette yalnız, BÜYÜK DOĞU Gençliği vardı...
Üstad “Biz, cümudu (buzdağı) öz nefesimizle yumuşattık, şimdilerde ortalık çamurdan geçilmiyor,” diyordu.
Buzdağı, derûnû indifa ile, gözyaşı ile eritilip yumuşatılınca, bütün tatlısu kahramanları ortalığa döküldüler ve ortalığı, hiçbir suyun-sabunun aslâ temizleyemeyeceği bataklık bir çamur kaplamıştır.
Bu bataklıkta, Ülkücü Gençlik, Akıncı Gençlik, Alperenler, Komünistler, Sosyalistler, Devrimciler, Devrimci Liseli’ler. Aklınıza gelen herkes kendi halesi’nde bir gençlik tasavvur etmeye başladı.
Üstad, Gençlik mevzuunda oldukça kıskanç idi. Şâir, Mütefekkir, Muhterem Sezai Karkoç Beyefendi’nin etrafındaki gençler kendilerine, “Diriliş Gençliği” dediklerinde ve ba’zı gazete ve dergi’de bu kabil yazılar çıkınca, Üstad’ın “Büyük Doğu Gençliğinden başka gençlik mi varmış?” diye feveran ettiğini iyi hatırlıyorum.
Gençliğin, “BÜYÜK DOĞU GENÇLİĞİ” olduğu, tek yürek bir gençliğin tek hedeflere kilitlendiği bir dönemden, yâdı cihândeğer bir hatıram:
1960’lı yılların başlarında, Büyük Doğu Gençliği, bu gençliğe, Anadolu Gençliği de denilebilir. İstanbul’daki üniversitelerde kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamış, neredeyse bütün fakültelerde, Talebe Birlikleri Seçimlerini kazanmışlardı. O tarihe kadar, hep Komünist-Sosyalist üniversite öğrencilerinin kontrolünde olan, Millî Türk Talebe Birliği, fakültelerden, delege olarak seçilip gelen, Büyük Doğu Gençliği’ne mensup talebe’nin desteğiyle biraz da kavga-gürültü arasında, Milliyetçi-Mukaddesâtçı gençliğin eline geçmişti. İlk büyük etkinlik, 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü münasebetiyle İstanbul’dan gemiyle Çanakkale’ye gidilmiş, orada yapılan merâsimlere iştirâk edilmiş ve Azîz Şehid’lerimiz ziyaret edilmiştir. Bu Millî Türk Talebe Birliği tarihinde bir ilk idi.
İkinci büyük etkinlik, İstanbul’un Fethi’nin 510. yılı münasebetiyle 29 Mayıs 1963 günü İstanbul’da yapılan Fetih Merasimi’dir. İstanbul’un Fethi’nin 500’cü yılı, İstanbul Fetih Cemiyeti’nin öncülüğünde, Vilâyet’ten, Belediye’den ba’zı protokole mensup zevâtın katılımıyla, resmî, donuk, coşkusuz bir merâsimle kutlanmış, Fatih Camiî Haziresindeki Hazret-i Fatih’in makam-türbesi ziyaret edilmiş, Fethi Ordusunun, Konstantiniyye’ye ilk girdiği yer olan Topkapı’sına bir kitabe asılmış o kadar...
Fethin 510’cu yılının çok daha coşkulu, halkın, milletin katılımıyla yapılması için haftalar öncesinden, Milli Türk Talebe Birliği bünyesinde kesif çalışmalar yapıldı.
Programa göre, temsilî Fâtih beyaz atının üzerinde, yanında, temsilî Akşemseddin ve devrin bütün uleması en önde, hemen arkasında Mehter Takımı, arkasından, ellerinde Türk bayrakları ve üniversite ve fakülte flamaları olduğu halde Türk Gençliği, Anadolu Gençliği veya “BÜYÜK DOĞU GENÇLİĞİ” de diyebiliriz. Arkasında en az 100 bin civarında Anadolu’nun muhtelif yerlerinden gelmiş veya İstanbul halkı...
Temsili Fetih Alayı, Topkapı Sur’larının dibinden hareketle, Millet Caddesi, Ordu Caddesi, Yeniçeriler Caddesi, Divanyolunu ta’kiben Yerebatan Caddesinden geçerek Babıâli Caddesi üzerinde bulunan Millî Türk Talebe Birliği’ne ulaşacaktı. İstanbul halkı, Mehter Takımını İstanbul Cadde ve meydanlarında ilk def’a görüyorlardı. Yol boyunca İstanbul halkı, beyaz atı üzerindeki temsilî Fâtih’i, Mehter Takımını, Fetih Alayını çok büyük bir coşku ile alkışlıyordu. Yol boyu ticarethaneler’den, meskenlerden gözü yaşlı İstanbul’lular çılgınca ve gözyaşıyla alkış tutuyorlardı.
Fetih Alayı’ndaki gençler sloganlarla Ayasofya’nın tekrar ibâdete açılmasını talep ediyorlardı. Fetih Alayı Divanyolundan Yerebatan Caddesine doğru geçerken görüldü ki, Ayasofya Camiî binlerce asker tarafından ablukaya alınmış hiç kimse caminin etrafına yaklaştırılmıyordu. Fethi Alayı’nın öncü birlikleri Millî Türk Talebe Birliği’ni hıncı hıç doldurmuştu. Bütün balkonları ve alt bölümler ancak 5.000 kişilik bu salona o gün en az onbeşbin kişi sığmıştı. Gençler adeta üst üste oturuyorlardı.
Programa göre, Üstad Necip Fazıl Kısakürek, günün mana ve ehemmiyetini izah eden bir konuşma yapacaktı. Üstadı, karşılayacak ve teşcî edecek hey’etin arasında bendenizde vardım. Gençliğin kalabalıklığından ve coşkusundan son derece memnûn kaldı. 2 saate yakın konuştu. Alkıştan, tezahürattan salon neredeyse yıkılacaktı. Son cümleleri, “İşte Fâtih bu, Fatih bütün bu işleri yaparken onun altı oku yoktu!.. Bir tek oku vardı! O da Allah’ın okuydu!... Bütün salon ayakta, gök gürültüsünü andıran alkış kıyâmet... Dakikalarca devam etti. Gençliğin, Üstad’dan bir arzusu daha vardı. Kendi sesinden, “SAKARYA TÜRKÜSÜ”nü istiyorlardı. Üstad çok yorulduğunu, mümkünse bir başkasının okumasını istedi. Fakat “BÜYÜK DOĞU GENÇLİĞİ” ısrar etti, “aksi takdirde salonu boşaltmayız,” dediler.
Okudu! Öyle okudu ki, bendeniz daha sonraları def’atle hem bizzat kendisinden, hem de başkalarından Sakarya Türküsü’nü dinledim, fakat o günkü ruhu, havayı, ma’neviyyati yakalayamamıştım...
Eşsiz tavrı, mimikleri ve vurguları ile Sakarya Türküsü’nü böyle bir okudu ki, salonun içinde ve dışında kendisini dinleyenlerden ne bir ses, ne bir nefes.. Tam bir sükûnet hali.. Ne zaman ki, Üstad;
Yol onun, varlık onun gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!.... diye bitirdi, derin bir sükût ve sükûnet halindeki Büyük Doğu Gençliği yeni indifa etmekte olan bir volkan gibi yeri göğü inleten bir alkış tufanı ile kendisine mukabele etti...