Kâğıt üzerinde yaşayan bir ihtişam ve maziye ait bir şaşaanın adıydı artık Osmanlı İmparatorluğu. Meşhur ve meşum “93 Harbi” Avrupa diplomasisinin “hasta adamını” tam anlamıyla komaya sokmuş, son nefesini vermek için gün sayar hale getirmişti. Bir zamanlar uzaklardan gelen cılız bir mehter sesi ve belli belirsiz bir yeniçeri siluetinin bile Batıyı korkuya boğduğu “şanlı mazi” artık günün gerçeklerinden kaçanların sığındığı tatlı bir limandan başka bir şey değildi. Cemil Meriç’in o enfes üslubuyla ifade ettiği “bir zamanlar kıtaları atlas gibi kesip biçen” irade artık yoktu. Rus ordusu, Osmanlı hezimetini simgeleyen Ayastefanos Anıtını Yeşilköy’e dikip çekilmişti. Hemen hemen hepsinin doğum tarihleri bu uğursuz yıllara rastlar; 1876-1880’ler... Onlar evlerinde bu felaketin anılarını dinlediler; ya kendi aileleri değilse komşuları, bu yıkımın asırlarca yaşadıkları topraklardan söküp attığı insanlardandı. Hezimet anıtına bakarak büyümüş bir kuşaktılar ve yaşarken bütün amaçları o anıtın temsil ettiği zilleti yok etmek olacaktı. Onlar ninnilerle değil ağıtlarla büyüdüler, her gün bir kayıp hikâyesi dinlediler. Her konuşmanın sonunda büyüklerinin nasıl çaresizce bir tevekkülle kadere boyun eğdiğini gördüler. Onlar kadere isyan ettiler, minik asker adımlarıyla mektep yollarında yürümeye başladıkları andan itibaren. Bu isyana kendilerini mecbur hissettiler, çünkü, “neden biz bu haldeyiz?” sorusunu, sormamak insan tabiatına aykırı olurdu. Her ne kadar “tevekkül” zorluklarla mücadelede en mühim silahlardan birisi olarak kullanılmışsa da eskiler tarafından; onlar tevekkül etmeyi, kader diye dayatılan zayıflığa boyun eğmeyi reddettiler. Onların ömrü yaşadıkları memleketi, insanca yaşanılan bir vatan yapmak, yeryüzünde yaşayan insanları gökyüzünde uçan kuşlar kadar özgür kılmak kavgasına adanmış bir ömür olacaktı. Hürriyete o kadar aşıktılar ki onu hapse tıkmak zorunda kaldıklarında bile başka bir sevgiliye aşık olmadılar, her zaman kilidini açacak anahtarı ellerinde tuttukları mahpushaneden çıkarmayı düşlediler. Hiçbir şey hürriyetin yerini alamazdı,arada bir terk edip gitse de hatta kovsak da sonuçta maksadımız ona vasıl olmaktı. Onlar hiçbir zaman mutlak bir diktatörün iradesine ram olmayı meziyet saymadılar. “İstibdat”, dünyanın en aşağılık rejimiydi ki, en iyisi bile ferdin ruhunu çürütürdü. Zamanla kendilerini yaratan müstebidi devirip, kendi istibdatlarını kurma çaresizliğine mahkum ettiğinde kader ya da “realpolitik”, her gece evlerine başları önde gittiler. Başlarını sadece millete karşı önlerine eğdiler, sadece millete karşı eziktiler. Halbuki millet hürriyettin varlığını çok da umursamazdı. O millet ki var olmanın derdine düşmüşken bağrından çıkan bu mektepli çocuklarının, “padişahımız efendimize tövbe haşa diklenmesini” de aslında pek de benimsememişti. Zamanın geçip trenin kaçtığını görmüşlerdi ama yine de trene yetişebilmek için yürüyüşü koşuya çevirme mecburiyeti vardı. Onlar bu yolda yürümediler olanca güçleri ve nefesleriyle koştular, koştular, koştular...Yol uzun ve meşakkatlerle doluydu fakat onların bedenleri “istiklal ve hürriyete aşık” birer kalp taşımaktaydı. Bu kalpler ki pek haberi olmasa bile, milletin tek sermayesiydi. Hürriyet, bir müddet daha kafeslerin gerisinde dinlenebilirdi, feraha çıkılacak güne kadar. Ferah neresiydi,dünyada bir tatlı huzur beldesi mi idi, yoksa ruh denilen insanın içindeki o geniş ummanın bilinmeyen bir köşesi mi?