Günümüzde, İlâhiyat Fakülte’lerinin ismi ve müfredatı etrafındaki tartışmaların ana kaynağında da, bu küçümseme yatmaktadır.
İslâmî ilimlere ulaşmak, daha doğrusu, İslâm’ın temel iki delili, kitap ve sünneti anlamak yorumlamak ve hüküm çıkarmak için, daha doğru bir ifade ile ilmin en başta gelen sebebi, Haber-i Sâdık’ı anlamak ve yorumlamak için, öncelikle, Sarf ve Nahiv’i öğrenmek ve bilmek lâzımdır. Sarf ve nahiv olmadan, fıkıh’tan, kelâm’dan, hadis’ten ve tefsir’den bahsetmek, temelsiz, yüksek kule’ler dikmeye kalkışmaya benzer.
Kelime yapısını, kelime inşa’ını, kelime yapısına te’sir eden avâmil’i bilmeden, çoğu’nun, anadili Türkçe olan mü’ellifler tarafından te’lif edilen sarf ve nahiv ilmiyle alakalı mecmua’ları iyi öğrenip hattâ bu mecmu’aları takrir edecek, üçüncü şahıslara okutabilecek bir seviye’ye gelmeden, önünüze iki satırlık Arabî bir ibâre konulduğunda, i’rablaştırmak, doğru bir şekilde hareketlendirmek ve tercümesini, lugatçesini bilmek hususunda, me’l, me’l bakakalırsınız.
Aksi takdirde, uzman vâiz’lik, başvâiz’lik için girdiğiniz imtihan’da, önünüze konulan iki satırlık bir âyet-i Kerime’yi veya bir hadis-i Şerifi i’rab cihetinden tahlil edip ma’nalandırmanız mümkün olmaz.
- Yıllar önceydi, askerlik sonrası, 1960’lı yılların sonunda, İzmir’de vazifeli olduğum yurtta, İzmir’in kazalarından birisinde müftülük yapmakta olan bir dostum, misâfirimdi. Gece’nin ilerleyen saatlerinde uyumak üzere peyke’lerimize uzanmış bir vaziyette sohbete devam ediyorduk, bir ara müftü efendi’nin benim yattığım taraftaki, üst duvarda bulunan levhaya dikkatlice baktığını ve levhadaki nefis hattı okumaya çalıştığını farkettim. Uzunca bir müddet okuyup-ma’nalandırmaya çalıştığı levha’dan gözlerini uzaklaştırıp, bana döndü. “Hoca Efendi! Benim Sarf’ım biraz zayıf, Nahvim de öyle! Levha’daki metni okuyamadım, rica etsem!” dedi.
Levha’daki, Sevgili Peygamber’imizin, “Cennet, anne’lerin ayakları altındadır,” meâlindeki Hadis-i Şerif’in, çok güzel bir hat örneğiyle yazılmış metni’nin aslıydı. Üstelik de hareketlendirilmiş, i’rablaştırılmıştı.
- Osmanlı döneminde, ibtidâî seviyedeki medrese’ler, Ramazan ayıyla birlikte ta’til edilir. Softa’lar ve molla’lar, o ana kadar okudukları ders’lerin tatbikatı için – günümüzde staj deniliyor- kendi köylerine veya yakın karye’lere “Cerre” çıkardılar.
Cerre çıkan bir molla, misâfir edildiği köy ağasının misâfir odasının duvarında asılı bir levhaya dikkat kesilir. Biraz sarf ve nahiv okumuştur, önüne gelen her bir metni, i’rab açısından tahlil ediyor, lügatçesini bulmaya çalışıyor, imkân’lar nisbetinde de ma’nalandırmaya çalışıyor. Fakat, levha’daki metni, ne i’rab açısından ve ne de lugatçe ve manalandırma açısından çözebiliyor.
Divit-kağıt, levhadaki metni aynen kopyalıyor, Ramazan sonrası medrese’ye döndüğünde, hocalarına göstermek, tahlil ve ma’nalandırmaları için kendilerinden yardım istemek kasdıyla çantasına koyuyor.
Ramazan sonrası medrese’ye ulaştığında, cebindeki-çantasındaki metni, ilmine çok güvendiği hocasına gösterip, “Hocam! Cerre gittiğim karye’deki köy ağası’nın evinin duvarındaki levhada, Arabî bir metin gördüm, fakat, ne i’rab cihetinden ve ne de lügatçe ve ma’na i’tibariyle çözebildim. İşte metin, lütfen bunu bana bir tahlil ediverirmisin,” demiş...
Müderris, molla’nın uzattığı kağıdı eline alır-almaz, şöyle bir bakmış ve kahkahayı basmış; “A benim ahmak oğlum, mollam! Sen her gördüğün metni Arapça mı zannettin? Ben bu metnin neresini tahlil edeyim, neresini ma’nalandırayım,” diye görlemiş...
Oysa levha’da, Arabî harf’lerle, Türkçe “Kürd Kızı İnek Sağar, Terlemiş M......leri” yazılıymış...
İlâhiyât Fakültesi me’zunu, artı, Diyânet İşleri Başkanlığı, dört yıl müddetli, Diyânet Eğitim Merkez’lerinden me’zun olanlardan, Diyânet İşleri Başkanlığı, Kuruluş ve Görevleri hakkındaki kanunda değişiklik yapıldıktan sonra, ihdas edilen, uzman vâiz’lik, başvâizlik, uzman müftülük ve başmüftülük unvanları için yapılan imtihanlar’da, test usûlünden ayrı olarak, adayların önüne bu kabil ibâre’ler konulunca, aday’lar bu molla’nın durumuna düşmüşler.
İlâhiyat Fakülte’leri lisans eğitiminde okutulan, ders’lere baktığımızda, felsefe tarihi, dinler tarihi, mezhep’ler tarihi gibi pekçok, lüzumsuz ders’lerin bulunduğu, kendilerini hazırlamaya çalıştıkları vazife’ler için elzem olan ders’lerin olmaması, olanların da hafta’da bir-kaç saatle sınırlandırılmasını görüyoruz.
İmam-Hatip lise’lerinden veya düz lise’lerden, Kur’ân-ı Kerim’i, tecvid, Mahâric-i Huruf kâidelerine uygun bir şekilde yüzünden okuyamayan bir öğrenciye lisans eğitim ve öğretiminde ne verebilirsiniz?
- Millî Eğitim Bakanlığı’nda, 4+4+4 sistemine geçildikten sonra, İmam-Hatip Liseleri’nin orta kısımlarının önü açıldı. Büyük şehir’lerde, fizikî bakımdan mükemmele yakın ve merkezî bölgeler’de bulunan, pekçok lise ve dengi okul bina’ları İmam-Hatip Ortaokulu, İmam-Hatip Lisesi, İmam-Hatip Anadolu Lisesi olarak tahsis edilmiş durumdadır. Bilinmelidir ki, okulların şehr’in merkezî yerlerinde olması, fizikî mükemmeliyet’leri, kaliteli bir eğitim için yeterli değildir.
İyi yetişmiş, hiçbir komplekse kapılmadan kendisini yetiştirmiş, noksanlarını telâfi etmiş, öğretim elemanları ve sıkı bir disiplin altında verilecek bir eğitim ve öğretimle başarı elde edilebilinir.
Yeni sistem, bir fırsat olarak değerlendirilmeli, İmam-Hatip Orta Okullarında, tecvid, Mahâric-i Huruf kâide’lerine uygun olarak, mihrab’a da’vet edildiğinde fıkhî kurallara uygun olarak namaz kıldırabilecek şekilde kıraat usûlü ta’lim edilmelidir.
İslâmî ilimlere vukufiyetin an şartı olan, sarf ve nahiv gibi âlet ilimlerinin anahtarı mesabesindeki risâle’ler öğretilmelidir. Fiil çekimi ile başlayan, kelime kurma, kelime inşa ve kelimelere te’sir eden âmilleri öğrenmeleri bakımından, test usulleri, a, b, c, d şıklı, papağanvâri bir sistem derhal terk edilmeli, Osmanlı Medrese Usûlü, Sarf’tan Emsile, Bina ve Maksudu, Nahiv’den Avâmil, Izhâr ve Kâfiye’yi takrir edebilecek ve başkalarına öğretebilecek bir seviye’de ta’lim ve te’allüm etmelidirler.
Buradan me’zun olup, İmam-Hatip Liseleri’ne gittiklerinde, mevcudun üzerine, metinler dediğimiz, fıkhî, İlm-i Kelâm, mantık, belagat ve fesahat ilmiyle alakalı metinleri bina etmelidirler.
İlâhiyat Fakülteleri’nde, Lisans Eğitiminde, metin’lerin şerh’leri üzerinde tahrisat devam ettirilmeli, lisanüstü eğitimde ise ihtisaslaşma başlamalıdır.
- Başta, ABD olmak üzere, bütün dünya’da, yeni eğitim ve öğretim konsept’lerinde, bilgi akışının elektronik sistemlerle sesli ve görüntülü olarak, hızlı bir şekilde yayılması, bilgiye ulaşımın kolaylaşması, giderek nesilleri bilgi hamallığından kurtarıp sadece kendisi için elzem olan bilgilere yöneltme istikametine hızla ilerlemektedir.
Bu bakımdan, İlâhiyat talebesi de kendileri için elzem olmayan tâli derecedeki bilgilere okul dışı kaynaklardan kolayca ulaşabilmektedirler. Tâlî derecedeki bu bilgiler için formel eğitim sürelerini doldurarak, asıl elzem olanların tamâmen ihmali veya çok az zaman ayırarak yeterince değerlendirilmemesi affedilir bir hata değildir.
Hiç değilse, lisanüstü eğitimde, Usûl-ü Fıkıh ders’leri, esaslı bir şekilde okutulmalıdır.
Hukuk Usûlü, nas’ların, âyet ve hadis’lerin anlaşılması ve bunlar’dan hüküm çıkarılması için bir anahtar’dır. İçtihad kapısının kapanmadığını, kendilerinin de içtihad yapabileceklerini her fırsatta iddia edenler, her nedense Hukuk Usûlü ilmine hiç rağbet etmiyorlar.
Hukuk Usûlü’nde bir tek harfin bile ma’nayı nasıl değiştirdiğini bir örnek vermek gerekirse, “Odur sana indiren bu muazzam kitabı. Bunun muhâkemât olan ba’zı âyetleri vardır, onlar ana kitaptır, diğer bir bölümü de müteşâbihattır. Ama kalplerinde yamukluk olan, fitne aramak, te’vilini aramak için onun müteşâbih olanlarının peşine düşerler. Oysa onun te’vilini ancak Allah bilir.” İlimde derin bigi sahibi olanlar da şöyle derler. “O’na inandık! Hepsi Rabbi’mizden! Kalp’leri temiz olanlardan başkası düşünemez.” (Âl-i İmran 3/7) meâlindeki âyet-i Kerime’dir.
“Te’vilini ancak Allah bilir,” buyrulduktan sonra, bir “Vav” ile “İlimde derin bilgi sahibi olanlar,” şeklinde devam eder.
Buradaki “Vav”ı Vâv-ı Atıf olarak değerlendirecek olursak, “Müteşâbih’leri, Allah bilir, bir de ilimde derinlik sahibi olanlar bilir,” şeklinde ma’nalandırmak gerekir. Oysa ki, buradaki “Vav” Vâv-ı Hâliye’dir, bu takdirde ma’na, “Müteşâbih’leri yalnız Allah bilir. İlimde derin bilgi sahibi olanlar, “Biz Allah tarafından gelenlere, muhkem olsun, müteşâbih olsun, inandık,” derler...