“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken; “Ne işde idiniz!” dediler. Bunlar; “Biz yeryüzünde çâresizdik” diye cevap verdiler. Melekler de, “Allah’ın yeri (arzı) geniş değil miydi? Hicret etseydiniz yâ” dediler. İşte barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisâ 4/97)
“Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek pekçok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Resûlü uğurunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisâ 4/100)
Mekke’li Müslümanlar Medine’ye hicretten önce büyük acılar, işkenceler ve sıkıntılar çekmiş, bir kısmı bu sebeple Habeşistan’a göç etmişlerdi. Milâdî 622 yılında Hazret-i Peygamber ve ashâbı Medine’ye hicret ettiler. Allah ve Resûlü uğruna herşeylerini Mekke’de arkalarında bıraktılar. Medine’de yepyeni bir cemiyet ve devlet oluşturdular. Bu andan i’tibâren küfrün ve şirkin hâkim olduğu yerlerden Medine’ye hicret farz oldu; fakat, gerçekten çâresiz, güçsüz ve bilgisiz olanlar dışında kalan her Müslüman hicret ile mükellefler kılındı. Göç imkân’ları olduğu halde imanlarını kurtarmaya ve İslâm devletini takviye etmeye koşmayıp, evini, barkını, yurdunu, mal ve mülkünü tercih edenlerin ve çâresizlik bahanesiyle durumu idare edenlerin feci akıbetlerini âyet-i Kerime tasvir etmektedir. Bunlardan sonra sıra ile gerçekten âciz olanlar, hicrete teşebbüs edip de Medine’ye varamadan yolda ölenler ve hicret yurduna ulaşanlar gelmektedir. Buhârî’nin rivâyet ettiği bir hadis’e göre, Mekke’nin fethinden sonra hicret mükellefiyeti ortadan kalkmıştır. Ancak, âyet, hicret şartları avdet ederse hicret mükellefiyetinin de avdet edeceğine işâret etmektedir.)
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men’neden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl- İmrân 3/104)
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten me’neder ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i Kitap da inansaydı, elbette bu, kendileri için çok iyi olurdu. (gerçi) içlerinde iman edenler var, (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Âl-i İmrân 3/110)
Yukarıda meâlini verdiğimiz bu âyetin Müslümanlarla alakalı ilk kısmı, ba’zı müfessirlerce, “İcmâ-i Ümmetin,” İslâm dininin hüküm kaynaklarından birisi olduğunu gösteren deliller arasında zikretmişlerdir.)
Osmanlı Devlet-i Aliyye’miz, bütün dünya’yı kendisi için, “hayra da’vet etmek, iyiliği götürmek, kötülükleri önlemek için”, ilâhî bir emir telekkî etmiş, bütün dünya’yı kendi evi, kendi yurdu kabul etmiş, günün şartlarında aslâ ulaşılamaz olan yerlere bile ulaşmış, “Allah’ın kelimesini, Allah’ın dinini, Kur’ân-ı” buralara ulaştırmıştır.
Osmanlı Devlet-i Aliyye’miz, inkıraz dönemlerinde bile dünya’nın herhangi bir köşesinden bir feryâd gelmişse imdada koşmuştur.
Bu husus, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin çöküş döneminde, tarihten tamâmen silinmek istendiği bir devirde dahî hâlâ, dünya’nın en büyük gücü oluşudur. Uzak Doğu’da, Endenozya, Ache adalarına, Hint Okyanusu’nda Miammar’a ulaşan, 16. asrın başlarından i’tibâren Kuzey Afrika’nın tamamını fetheden Devlet-i Aliyye’miz, yer yer bütün kıt’a’nın ortalarına kadar ülkeleri, ya mutlâk hakimiyetleri veya nüfuz sahasına almışlardı. Fakat, Güney Afrika ile fazla ilgilenmemişlerdi.
Sultan Abdülaziz zamanında 01 Ekim 1862’de İstanbul’dan Güney Afrika’ya gönderilen Ebûbekir Efendi’nin hayat hikâyesini, “Afrikalı Müslüman’ların kaderini değiştiren Âlim” serlevhalı bir makale ile bize anlatan, genç neslin en yetkin tarihçilerimizden, Doç.Dr. Erhan Afyoncu Beyefendiye ve bu makaleyi yazarken eserinden yararlandığı tarihçi Ahmet Uçar’a sonsuz teşekkürlerimizi arzetmeyi zevkli, zarûrî bir borç biliyoruz....
Güneydoğu Asya’dan 18. asrın başlarında getirilen Malayi asıllı köleler, Ümitburnu’nun ilk Müslümanlarıydı. Hacc’a gidenlerin Vehhâbî’likten etkilenmeleri, bölge’de yeterince-hattâ yeterince değil çünkü hiç yok-ma’lumatlı din adamlarının bulunmayışı yüzünden Ümitburnu Müslüman’ları muhtelif gruplara bölünmüşlerdi. Müslümanlar arasındaki fikir aykırılıkları giderek çatışmaya dönüşmeye başlayınca düzen bozulmuş, İngiliz Sömürge İdaresi bir çözüm yolu aramaya başlamıştı...
Hem İngiliz Sömürge İdaresinde, hem Güney Afrikalı Müslümanlar arasında huzursuzluk had safhaya ulaşınca, Cape Toown’dan bölgenin dinî liderleri, 29 Ocak 1857’de Osmanlı Hükümdarı ve Müslüman’ların halifesi olan Sultan Abdülaziz’e bir mektup göndererek, dinî problemlerinin çözümü için yardım talep etmiş, ehl-i Sünnet akidesine uygun dinî kitaplar gönderilmesini istemişti...
Saray’da yapılan müzâkereler neticesinde, gönderilecek Arapça ve Türkçe dinî kitapların Ümitburnu’ndaki Müslümanların problemlerine çâre olamayacağı düşünülerek, Güney Afrika’ya kâmil bir İslâm âlimi gönderilmesine karar verilmişti. Ancak, Devlet-i Aliyye’nin her bir taraftan çatırdadığı herkesten ayrı bir ses çıktığı bu dönemde, böylesi bir âlim nereden bulunacaktı? Bu arada, Osmanlı Devlet-i Aliyye’si, Ümitburnu-İstanbul arasındaki münasebetleri geliştirmek için İngiliz hâkim Roubaix’i, Cape Town Osmanlı Fahrî Konsolos’u ta’yin etti. Bu ta’yin şehir’de Osmanlı’ya karşı dikkatleri bir noktara topladı. Cape Town Müslüman’ları, 16 Nisan 1862’de Fahrî Konsolos Roubaix vasıtasıyla Güney Afrika’daki İngiliz Sömürge Valiliğine, “Ceva dilini unuttukları için dinî kitaplarını okuyamadıklarını, bu yüzden de kendilerine İslâm’ı öğretmek ve anlatmak üzere Saltanat ve Hilâfet Merkezi olan İstanbul’dan bir âilm gönderilmesini istiyorlardı....”
Osmanlı Devlet-i Aliyye’si Güney Afrikalı Müslümanların talebi kendilerine ulaşınca mes’eleyi yeniden gündemine almış ve büyük âlim ve hukukçu, Ahmed Cevdet Paşa’nın araştırmaları sonucu bulduğu ve Pâdişah’a tavsiye ettiği, Kerküklü Ebûbekir Efendi’nin 25 lira maaşla, Güney Afrika’ya gönderilmesine karar verildi. (Kerkük’ün o yıllar’da bir Osmanlı şehri olduğunu söylemeye gerek yok...)
Ebûbekir Efendi 01 Ekim 1862’de İstanul’dan ayrılarak uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra, 13 Ocak 1863’te Cape Town’a ulaştı. Sömürge İdaresi İngilizler, Müslümanlar arasında “Halife’nin temsilcisinin meydana getireceği dalgalanmadan çekindikleri için, Ebûbekir Efendi’nin gelişini, Müslüman halk’tan bir müddet gizlediler. Ebûbekir Efendi, başlangıçta kendisine karşı alakasızlığın nedenine bir ma’na verememişti. Cape Town Müslümanları biraz te’hirle de olsa Ebûbekir Efendi’nin geldiğini öğrendiler. Şehir’de yayınlanan gazeteler, Hilâfet Merkezi İstanbul’dan gelen büyük misâfirden sitâyiş, övgü ve alâka ile söz ettiler.
Ebûbekir Efendi’nin, Cape Town Müslümanları arasındaki ayrılık, tefrika ve cehâleti gidermek üzere, Halife Abdülaziz tarafından gönderildiği haberi Şehr’in her tarafına yayılmıştı. Ebûbekir Efendi ise ilk günlerini Cape Town ve halkını tanımakla geçirdi.
Cape Town onu adetâ teshir etmişti, ama asıl vazifesini de aslâ unutmamıştı... O tarihlerde 13 bin civarında nüfusa ve minaresi bulunmayan iki cami’ye sahip olan Cape Town Müslümanları genellikle dar gelirli olup, daha ziyade arabacılık, balıkçılık ve çiftçilikle uğraşıyorlardı. Felemenkçe-Malayca karışımı bir dille aralarında konuşuyorlardı. Hıristiyanlarla araları iyi iken kendi aralarında devamlı bir kavga içerisindeydiler. Bâtıl inanç ve geleneklerin haddi hesabı da yoktu...
Ebûbekir Efendi, Cape Town’a varışının 15. gününde bir okul açtı. 20 gün zarfında 300’den fazla talebe topladı. Kur’ân-ı Kerim, Arapça ve Türkçe öğretti ve dinî kitaplar okuttu. Pekçok önemli dînî kitabı, altı ay içinde hızla öğrendiği Cava Malayca’sına çevirip, eliyle teksir ederek talebesine dağıttı. Yaşlı’lara ta’til günlerinde tefsir okutup sohbetlerde bulundu.
Böylece işler yolunda gidiyordu ama, Ebûbekir Efendi’nin sıkıntıları da vardı. Onun buraya gelmesiyle düzenleri bozulan sahte şeyh’ler, yalnız maddeyi düşünen imamlar, sahte mürşid’ler, halkı tahrik ederek, tehdit ederek Ebûbekir Efendi’nin yanından uzaklaştırmaya uğraştılar, fakat başarılı olamadılar. Bununla da yetinmeyip Ebûbekir Efendi’yi akla hayâle gelmedik ithamlarla mahkemeye vermişler, kiraladıkları bir kısım serseriler vasıtasıyla fiîlî saldırılara yeltenmişlerdi...
Kahraman, Mücâhid, Muhâcir, büyük âlim Ebûbekir Efendi’nin faaliyetleri Güney Afrika’nın her tarafına yayıldı. Yetiştirdiği talebesi Cape Town’dan başka Port Elizabeth, Johannesburg, Kimberley, Durban ve hattâ Mozambik’te bile Osmanlı okul ve cami’ileri açıp bütün Afrika Müslümanlarına liderlik yaptılar. Cami’i’lerde hutbeler Osmanlı Sultanları adına okundu. Açılan kampanyalarla Hicaz Demiryolu için binlerce sterlin toplandı. Binlerce Afrikalı 1911 Trablusgarb ve 1912 Balkan Savaşlarında Osmanlılarla birlikte savaşmak için Harbiye Nezâretine, bugünkü dille Osmanlı Savaş Bakanlığı’na müracaat ettiler. Millî Mücadelede de aynı vaziyette Ankara’ya, 17.634 lira ve 875 sterlin gönderip, İstiklâl Harbi Şehid’lerimiz için, bir İngiliz Sömürgesi olan Güney Afrika’da mevlid’ler okutulmuş, Kur’ân-ı Kerim hatimleri indirilmiştir.
Ebûbekir Efendi, 29 Ağustos 1880’de 57 yaşındayken arkasında binlerce talebe, altı çocuk bırakıp Allah’ın rahmetine kavuştu. Babalarının ölümünden sonra, eğitimlerini sürdüren çocukları daha sonra Ebûbekir Efendi’nin vazifelerini başarıyla devam ettirdiler. Güney Afrika Hükûmeti, Ebûbekir Efendi’nin Güney Afrika’ya gelişinin 115. yılı olan 1978’de “Ebûbekir Efendi Müzesi” açarak, bu müzede, Ebûbekir Efendi ve ailesine ait kitap, belge ve şahsî eşya sergilenmeye başlandı... Ebûbekir Efendi ve aile ferd’lerine Allah’ın vâsî rahmetini niyaz ederiz...
(Bu yazının yazılmasında, genç ve reşîd tarihçilerimizden, Muhterem Doç.Dr. Erhan Afyoncu Bey’in, 31 Mayıs 2008 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayınlanan makalesinden büyük ölçüde faydalanılmıştır.)