Mer'î Anayasa'ya göre, "Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevî varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur. Millî güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne karşı, Bakanlar Kurulu sorumludur. Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanı olup savaşta Başkomutanlık görevini Cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir. (Anayasa Madde: 117) 1961-1982 Anayasalarında, Devlet-i Aliyye'mize benzer bir rejim benimsenmiştir; Devlet-i Aliyye'de, Başkomutan devletin başı, Erkân-ı Harbiyye-i Umûmî Reisi, Serdar-ı Ekrem ve Başkomutan Vekili olarak vazife yapardı. Devletin başı bizzat seferde değilse, Başkomutan Vekili Serdar-ı Ekrem sıfatıyla Başkomutanlık vazifesini deruhte ederdi. "Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine Cumhurbaşkanınca atanır. Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur." (Anayasa Madde: 117) Anayasa'nın bu maddesindeki alakâlı fıkralara baktığımızda kağıt üzerinde Genelkurmay Başkanları Başbakan'a karşı sorumludur ve Başbakan'a bağlıdır. Atatürk dönemi ve tek parti mütegallibe zihniyetinin hâkim olduğu İnönü döneminde, 1. ve 2. Cumhurbaşkanlarının askerler üzerindeki mutlâk hakimiyetleri dolaysiyle tatbikat, tedriye uygun olarak yürümüştür. Ancak, Demokrat Parti, tek dereceli ve serbest seçimlerle iktidara geldiğinde, bu münasebetlerin aynı rahatlıkla devam ettiğini kimse söylemez. Seçimler neticesinde, C.H.P'nin kesin mağlubiyeti, D.P.'nin zaferi açıklanınca ilk önce iktidarın D.P.'ye verilip-verilmeyeceği ciddî olarak tartışılmış, İnönü'nün demokrasi tarafına ağırlığını koymasıyla ilk fırtına aşılmıştı. Demokrat Parti İktidarı müddetince Genelkurmay Başkanları, Millî Savunma Bakanlığı'na bağlıydı, hükûmet ve askerî çevre münasebetleri yolunda gibi görünüyordu. Fakat askerî çevrelerden kimileri, halkın iradesiyle sivil bir kadronun iktidar olmasını bir türlü içlerine sindirememişlerdi. Demokratların iktidarı daha bir yılını bile doldurmamışken ihtilâl hazırlıklarına başlanıldığı, daha sonraları pek çok hatıratta açıklanmıştır. Demek oluyor ki, bir bütün olarak 1950-1960 arası hükûmetle askerler arası münasebetlerin iyi gittiğini söylemek mümkün değildir. 1961-1982 Anayasaları askerî ihtilâllerin ürünü birer Anayasa olduklarından tabîîdir ki, yetki ve sorumluluk dağılımında ordunun mevkii yukarılara çıkarıldı. Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığı'na değil de "görev ve yetkilerinden dolayı Başbakan'a karşı sorumlu tutuldu. Ancak, çok kısa demokrasi hayatımıza baktığımızda ihtilâl dönemleri, ara rejimler, askerlerin telkîn ve tevcihleriyle tayin edilen, ya da, bizzat seçitkleri Başbakanlara bağlı olduklarını, Başbakan'ın emri altında olduklarını söyleyebilir miyiz? Başbakanların kağıt üstünde emrinde olduğu iddia olunan Genelkurmay Başkanlarının emrindeki Başbakan'a karşı ihtilâlin lideri olduklarını unuttuk mu? ABD'de, Genelkurmay Başkanları, Başkan'ın savunma hususunda danışmanıdır. NATO'da müttefikimiz olan memleketlerin ekserisinde Genelkurmay Başkanları orduların komutanı değildir; kimisinde devlet Başkanı'nın askerî mevzularda danışmanı, kimisinde de Savunma Bakanı'na bağlı, üst dereceli askerî bürokrattır. Bizde, 1961-1982 Anayasa'larındaki, Millî Savunma Bakanlığı'nın protokoldeki yeri Genelkurmay Başkanlığı'ndan sonradır. NATO zirve toplantılarında bu garip durum Türk heyetini her defasında sıkıntıya sokar. NATO askerî Komite ve NATO Savunma Bakanları zirvesi, eşzamanlı olarak toplanıyor, diğer ülke Genelkurmay Başkanları Savunma Bakanlarının arkasında yürürken, bizim Millî Savunma Bakanımız Genelkurmay Başkanımızın arkasında kalır. Bu tuhaf duruma düşmemek için aynı ülkede ve aynı zamanda yapılan bu kabil toplantılara siyasî heyetle, askeri heyet ayrı zamanlarda ve ayrı uçaklarla giderler. Türk siyasi hayatının Kocareisi, Demirel'in ara sıra muvfıkı, edebî muhalifi, Dr. Sadettin Bilgiç, 21 Temmuz 1977'de açıklanan 2.M.C. (açılımı, ikinci Milliyetçi Cephe Hükûmeti)'nde Millî Savunma Bakanlığı'na getirilmişti. Bu tayinin hikâyesini bizlere şu şekilde anlatmıştı. "Herhangi bir talebin olmamasına rağmen, önünde "Millî" kelimesinin bulunduğu önemli iki bakanlıktan birisine, Millî Savunma Bakanlığı'na getirildiğim haber verildiğinde gururlanmıştım; bir taraftan böylesine önemli bir Bakanlığa getirilmiş olmam dolayısiyle, diğer taraftan Demirel'in bana olan kininin bitmiş olduğunu düşündüğümden!.. Bakanlık makamına oturduğum ilk gün, derin bir hayal kırıklığı yaşadım. Bir kere Millî Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı Nizamiyesi içerisinde, tamâmen askerlerin kontrolünde, sivillerin girip-çıkması yasak olan bir bölgedir, benim gibi, siyâsî gıdasını halktan alan, her dâim seçmenleriyle iç-içe bir politikacı için kabul edilecek bir durum değil. Bakanlığımın ilk gününde, makamın kapısı çaldı, içeri giren bir general, selâm çaktı ve "Sayın Bakanım, ben sizin Müsteşarınızım," dedi, daha sonra daha düşük rütbede birisi (Yüzbaşı veya Binbaşı) rütbesinde olabilir, "Sayın Bakanım, ben sizin Kalem-i Mahsus Müdürüyüm, "(gençler için, (Özel Kalem Müdürü) dedi. Anladım ki, Demirel aslında beni çok önemli bir Bakanlığa değil de, halkla uzaktan-yakından herhangi bir münasebeti olmayan önemsiz bir Bakanlığa rehin etmişti ve pek tabîî olarak da Demirel'in bana karşı olan kininin (deve kini gibi) bitmediğini ve bitmeyeceğini bir kere daha anlamış oldum." Bizde Millî Savunma Bakanlığı, Cihet-i Askeriyye'nin taleplerini hükûmete ve TBMM'sine ileten bir sekreterya gibidir, Millî Savunma Bakanları da bu sekreteryanın başındaki şeftir. 1961 İhtilâli öncesinde bir "Yönetmelik" olarak varolan "İçhizmet Talimatı" kanun haline getirilip "İçhizmet Kanunu" olduktan sonra, Cumhuriyeti Koruma ve Kollama Vazifesiyle, "Halaskâr Zâbitân" hareketinden beridir memleketimiz ve Cumhuriyetimiz, zaman zaman tehlikenin, yıkımın eşiğine kadar gelir veya getirilir, Cumhuriyeti koruma ve kollama ile vazifeli ordu da bir şekilde müdahale eder. Sadece bir tesbit!. Nedense; Memleket, ittihad ve terakkî artığı, tek parti mütegallibe zihniyyeti olmayan, birileri tarafından dizayn edilmeyen, halkın hir iradesiyle hür ve serbest seçimler neticesi iktidara gelen hükûmetler zamanında hep "tehlikenin eşiğine kadar gelir" ve bir şekilde "koruma ve kollama" vazifesiyle muvazzaf olanların müdahalesine mâruz kalır. Enteller ve demokrasi havârîleri(!) böyle devirlerde demokrasinin yanında yer alacaklarına hep müdahale taraftarı olmuşlardır. Son zamanlardaki, "şahsî görüşüdür". "Hayır! Temsil ettiği kurumun görüşüdür." tartışmalarını yukarıdaki gerçekler ışığında değerlendirmek gerekir.