ATATÜRK’ÜN EĞİTİM POLİTİKASI

NASIL BAŞARDIK?

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal önderliğinde, Bandırma Vapuru ile yola çıkan bir avuç vatansever, emperyalistlerin tarihten silmek istedikleri Osmanlı İmparatorluğu mirasından bugünün çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturmayı başardılar. 

Atatürk önderliğindeki idealist Cumhuriyet kadrolarının bu mucizevi  başarılarının temelinde, büyük bir kararlılıkla uygulanan eğitim politikası yatmaktadır. 

Bütün dünyada yaşamı durduran, yalnızca ekonomileri değil, yaşamın her alanını olumsuz etkileyen ölümcül koronavrüs salgınının en olumsuz ve uzun soluklu etkilerini eğitim alanında yaşayacağımız anlaşılıyor. Yüzyüze eğitime izin vermeyen salgın nedeniyle çocuklarımızı, gençlerimizi uzaktan eğitim modeliyle eğitmeye, hayata hazırlamaya çalışacağız. 

Eğitimin, bir milletin geleceği açısından ne kadar önemli olduğunu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminden itibaren yaşadığımız çeşitli acı deneyimlerle öğrenmiş bir milletiz. Eğitim kalitesinin, çağdaş eğitimin önemini ise, Sanayi Devrimi’ni ıskaladığımızda, iş işten geçtikten sonra, çöküş sürecine girdiğimizde fark etmiştik. 

Eğitim sisteminde reform arayışları II. Mahmut döneminde başlamıştı, ama bu konuda radikal adımlar atılamamış, köklü değişiklikler yapılamamıştı. 

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal önderliğinde, Bandırma Vapuru ile yola çıkan bir avuç vatansever, emperyalistlerin tarihten silmek istedikleri Osmanlı İmparatorluğu mirasından bugünün çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturmayı başardılar. 

Atatürk önderliğindeki idealist Cumhuriyet kadrolarının bu mucizevi  başarılarının temelinde, büyük bir kararlılıkla uygulanan eğitim politikası yatmaktadır. 

TURAN YAZGAN: “ATATÜRK’TEN SONRA EĞİTİM İLE MİLLİYETÇİLİK TEPELENDİ”

Prof. Dr. Turan Yazgan Atatürk’ün eğitim politikasını değerlendirirken, şu gerçekleri dile getiriyordu:

“…Eğitime önem vermek her devletin başlıca görevidir. Sağlam nesiller yetiştirmeden, milletimize sağlam bir gelecek, refah, huzur ve mutluluk kazandıramayız. Atatürk’ün giriştiği çılgınca işe herkes şaşırmış, herkes sonu olmayan bir macera olarak değerlendirmiştir. Atatürk ise bu çılgınlığı, barış için ve barış ortamında sağlam nesiller yetiştirmek için göze almıştır. Aksi halde millet, fakirlik ve taassup içinde sömürülen, soyulan ve hatta horlanan bir millet olur.” 

 “…Türklerin iki ulu başbuğu vardır; biri Bilge Kağan, diğeri Atatürk. Tarihte yalnız iki başbuğumuz, kurdukları devlete Türk adını vermiştir. Yalnız bu iki başbuğumuzdur ki, sadece ve sadece Türk kültürüne dayanmak gerektiğini, bunun dışına çıkmanın yok olma manasına geldiğini her sözleriyle taşlara işlemiş ve beynimizin içine kazınacak şekilde, en veciz ifadelerle bize duyurmuşlardır. 

Gene bu iki başbuğumuz, sosyal devlet anlayışına sahip Türk devlet felsefesine sadık kalarak devlet kurmuşlardır.” 

Peki, Atatürk’ün eğitim alanında başlattığı ve kısa zamanda büyük başarılar elde ettiği bu eğitim seferberliği sürdürebildik mi? Bugün Atatürk’ün hedeflediği çağdaş eğitim düzeyini, çağdaş uygarlık düzeyini yakalayamamış olmamızın nedenleri nelerdir?

Bu can alıcı soruyu şöyle yanıtlıyordu, Turan Yazgan Hocamız: 

“Ne yazık ki, başbuğlarımızın bu emirlerine Türk aydınları Bilge Kağan döneminde nasıl ihanet etmişlerse, daha sonraki devirlerde, zaman zaman Fars’a, zaman zaman Arap’a, bugün de Amerika’ya ya da Batı’ya meylederek, aynı ihaneti aynı şiddetle işlemeye devam etmektedirler. 

Bu suçlu Türk aydınlarını, yeni yetişen gençlerimiz elbette ve mutlaka yola getireceklerdir.”

“…Türkiye’de milli kültür temelinde yapılan eğitim, Atatürk’ten sonra Greko-Latin kültürüne döndürüldüğü için, eğitim ile milliyetçilik tamamen tepelendi. Milliyetçiliğe tamamen düşman nesiller yetiştirilmeye çalışıldı ve nihayet milliyetçilik, ‘Vatan-Millet-Sakarya’ şeklinde alay konusu haline getirildi. Milliyetçiliğin aşağılanmasıyla Türk’ün Türklüğünden utanması hedefleniyordu; bu hedefe, maalesef ciddi derecede ulaşılmıştır.”

ATATÜRK VE EĞİTİM SİTEMİNİN ÇAĞDAŞLAŞTIRILMASI, MİLLİLEŞTİRİLMESİ

Osmanlı İmparatorluğu’nu, çöküşe götüren sürecin sıkıntılarını bizzat yaşayan Atatürk, eğitim sisteminin çağdaşlaştırılması konusuyla Kurtuluş Savaşı öncesinde ilgilenmeye başlamıştı. 

Sakarya Savaşı Ankara’ya döndüğünde, 16-21 Temmuz 1921 günü I. Maarif Kongresi’ni toplamıştı. Öğretmenlere yaptığı konuşmasında, o güne kadar izlenen eğitim politikasının toplumu çağın gerisinde kalmasında önemli bir etken olduğunu belirtmiş ve “Gelecek nesiller sizin eseriniz olacaktır” demişti. 1923 yılında Eskişehir’de, eğitime ilişkin bir toplantıda, eğitim sitemimizin aksak yönlerini iki ana başlıkta özetlemişti:

1) İstikrarlı bir milli eğitim politikamızın olmaması nedeniyle eğitimden beklenen sonuç alınamamıştır.   

2) Osmanlı döneminde görevlendirilen her nazır kendine göre bir eğitim programı uyguladığından, ezbere dayanan yüzeysel bilgilere sahip, üretici değil, tüketici bireyler yetiştirilmiştir. 

Atatürk kararlıydı, “Bundan sonra eğitimde heran değişmeyen, belirli bir hedefi olan bir eğitim sistemi izlenecektir. Bu eğitimden amaç, bilgiyi insan için bir süs, uygar bir zevk olmaktan çok, maddi hayatta başarı sağlayan, pratik ve işe yarar bir hale getirmektir. İlk ve orta öğretim mutlaka insanlığa medeniyetin gerektirdiği bilim ve tekniği versin. Fakat, o kadar pratik ve zevkli versin ki, çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkum olmadığına emin olsun. Çünkü, maarifin amacı, yalnızca hükümete memur yetiştirmek değildir.”  (1 Mart 1923 Meclis konuşması)

Atatürk’ün hedeflediği yeni eğitim sisteminin iki temel ilkesi vardı; cehaletin yenilmesi ve Türk ulusunun çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılması..

Cumhuriyet Türkiyesi’ni çağdaş uygarlıklar düzeyine taşıyacak eğitim sistemi, insani değerlere saygılı bireyler yetiştirmeyi hedefleyen, öğretimde deneye, uygulamaya, yaşayarak öğrenmeye önem veren aktif bir eğitim sistemi olmalıydı. Bütün yeniliklere ve gelişmelere açık olan, güncel bilgiler kazandıran, vicdanı hür, irfanı hür, laik bireyler yetiştiren bir ders programı uygulanmalıydı. 

OKUMA YAZMA ORANI YÜZDE 5 OLAN BİR MİLLET İÇİN EĞİTİM PROGRAMI HAZIRLAMAK

Atatürk, çok olumsuz koşullarda, önce bir Dünya Savaşı, ardından bir Kurtuluş Savaşı yaşamak zorunda kalmış, yetişmiş insanlarını savaş meydanlarında kaybetmiş, okuma yazma oranı ancak yüzde 5 seviyesinde olan yoksul bir millet için, 21. Yüzyıl’da bile geçerli olacak uygulamalı bir eğitim sistemi hedefliyordu. Atatürk, 20. Yüzyıl’ın başlarında, Türk toplumuna 21. Yüzyıl’ın eğitim sistemini öneriyordu. Uzak görüşlülük, önderlik böyle bir şey olmalıydı. 

20. Yüzyıl’da “gelişmiş” olarak anılan ülkelerin nazari değil, uygulamalı eğitime önem verdiklerine dikkat çeken Atatürk, teknolojiye, günlük yaşama aktarılmayan bilgilerin kısa zamanda unutulup gideceklerini savunuyordu. 21. Yüzyıl’ın, bilgiyi uygulamalı olarak öğrenen ve günlük yaşama aktarabilen insanların çağı olacağına inanıyordu. 1 Mart 1923 tarihlerinde Meclis’te yaptığı konuşmalarda, uygulamalı öğretimin önemini belirtirken, “Çocuklarımızı ekonomi ve toplumsal alanlarda başarılı olabilmeleri için gerekli ön bilgileri iş üstünde öğretmek, eğitim ve öğretimin ana kuralı olmalıdır” diyordu. 

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan eğitim uygulamalarında geziye, gözleme, deneye, uygulamaya, özetle yaparak öğretmeye önem verildiği, çağdaş öğrenme ve öğretme ilkelerinin 1924’te, ilkokul ders programlarında yer aldığı görülmektedir. 

ATATÜRK, “ÇAĞDAŞ UYGARLIK” DÜZEYİ DERKEN…

Atatürk çeşitli konularda atılım yapmamız gerektiğini belirtirken, genellikle “çağdaş uygarlık düzeyi”nden söz ederdi. Eğitimde de çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmamız gerektiğini savunurdu, ama taklitçiliğe kesinlikle karşıydı. Çeşitli ülkelerin eğitim politikalarını incelemiş, dış ülkelerden uzmanlar çağırarak görüşlerini almıştır, ama hiçbir zaman kolaycılığa saparak kopyacılığa özenmemiştir. Atatürk Doğu’dan ya da Batı’dan kopyalanacak eğitim programlarının bizim için yararlı değil, aksine tehlikeli olacağını savunmuştur:

“Çocuklarımıza ve gençlerimize, öğrenim sınırı ne olursa olsun, önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla savaşma gereği öğretilmelidir. Dünyada, uluslararası duruma göre, böyle bir mücadelenin gerektirdiği donanıma sahip olmayan bireylerden oluşan toplumlara bağımsızlık hakkı yoktur.” 

“…Kültür bütünüyle milli bir konudur ve programlarımız milli olacaktır. Ancak, ‘ilim ve fen neredeyse, oradan alacağız’. İlim ve fen konusunda herhangi bir kayıt ve şart yoktur. Eğitimin çağdaş kültüre dayalı olması, eğitimin millilik özelliğini bozmaz.” 

TEVHİD-İ TEDRİSAT YASASI

Atatürk, eğitimin milli, laik, çağdaş, bilimsel uygulamaya dayalı olabilmesi için, milletin başöğretmeni titizliği ile hareket etmiştir. 

Atatürk’ün eğitim konusunda önerdiklerinin kolayca uygulanabilmesi için de, 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Yasası çıkarılmış, 1 Kasım 1928’de de, okuma yazmada sağladığı kolaylıklar dolayısıyla Latin Alfabesi’ne geçilmiş, dil, tarih ve kültürün milli olabilmesinde katkı sağlamaları için de, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu kurulmuştur. 

Tevhid-i Tedrisat Yasası’nın hedefi, milli eğitimde birlik ve bütünlüğün sağlanmasıydı. Çünkü Osmanlı döneminde, verilen bir fetva nedeniyle, medreselerden matematik ve fen dersleri kaldırılmıştı. Tanzimat döneminde, kaçınılmaz olarak eğitim programına alınan Batı kaynaklı fen dersleri nedeniyle de, eğitim sistemimiz ikiye bölünmüştü. Bu ikiliğin oluşturdukları sıkıntılar yetmezmiş gibi, azınlıklar için açılan denetimden uzak okullar, misyonerlerin, Ermeni ve Rum çetelerinin barınağı haline gelmişlerdi. 

Eğitim sisteminin tek çatı altında olması gerektiğine inanan Atatürk, 3 Mart 1924’te Tevhd-i Tedrisat Yasası’nın çıkarılmasına öncülük etti ve bu yasayla tekkeler, türbeler, zaviyeler kapatıldı, yabancı okullar denetim altına alındı. Atatürk, Tevhid-i Tedrisat Yasası’nın ülkemizin birliği ve bütünlüğü açısından önemini vurgularken, “Bir milletin bireyleri ortak eğitim görmelidir. İki türlü eğitim, bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu durum duygu ve fikir birliğine ve gelişim amaçlarına tamamen aykırıdır” demiştir. 

“HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR, FENDİR”

Atatürk, 22 Eylül 1924 tarihli konuşmasında, eğitimin doğmalardan, hurafelerden arındırılarak bilimsel temellere oturtulmasının önemini belirtmiş ve “Dünyada maddiyat ve maneviyat için, başarı için, en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir. Bilim ve fen uygarlık insanlarının ortak malıdır. Eğitimin çağdaş kültüre dayanması, eğitimin millik özelliğini bozmaz” demiştir. 

“Biz Batı uygarlığı taklitçilik yapalım diye almıyoruz” diyen Atatürk, eğitimin bilimsel ve teknik temellere dayalı olmasıyla, öğrencilerin okullarda öğrendiklerini uyguladıkları takdirde, hem okulda hem de hayatta başarılı olacaklarını savunuyordu. 

Atatürk, “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki amaçlara tamamen ulaşamadığımızı, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır” derken, ilerleyen zamana paralel olarak, toplumların, milletlerin ve kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışlarının değiştiğini, böyle bir dünyada asla değişmeyecek hükümler getirdiği iddia etmenin aklın ve bilimin gelişimini inkar etmek olacağını söylüyordu. 

Eğitimin bilimsel temellere ve ilkelere dayalı olması gerektiğini belirten Atatürk, “Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ortadadır. Benden sonra bunları benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ettiklerinde manevi mirasçım olurlar” diyordu. 

EĞİTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ

Atatürk, eğitim sistemimize yaptığı samimi katkılarından dolayı “Milletin başöğretmeni” olarak anılır ve O, bu sıfatı hak etmiş bir liderdir. Atatürk’ün, çöküş süreci yaşamakta olan bir muazzam imparatorluğun askeri olarak, cepheden cepheye koşarken, toplumun yaşadığı sorunları analiz ettiği, çözümler üretmeye çalıştığı anlaşılıyor. 

Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı öncesinde bile, ülkesinin insanlarını eğitmek amacıyla kafasında bir takım eğitim modelleri oluşturduğu anlaşılan Atatürk’ün, büyük sıkıntılar yaşadığımız Sakarya Savaşı sonrasında Ankara’ya döner dönmez bir Maarif Kongresi düzenlemesi, savaş alanında yaşanmış bir takım olumsuzluklarla ilişkili olmalıdır. 

Kendisi hiçbir zaman söz etmemiştir, ama Sakarya Savaşı sırasında ve sonrasında yaşanan bazı olumsuzlukları insanlarımızın eğitimsizliklerinden kaynaklandığını saptayan Atatürk’ün öngördüğü eğitim modeli, fırsat eşitliğine dayalı olarak yaygın, demokratik ve halkçı bir eğitim modelidir. 

Eğitimin, fırsat eşitliğine dayalı olduğu kadar, uygulanması kolay olmalıydı. Bunun için de, okuyup yazması Arap alfabesine oranla çok daha kolay olan Latin Alfesi’ne geçilmeliydi. Latin Alfabesi’ne geçiş denemeleri II. Mahmut döneminde de yapılmış, fakat başarılı olamamıştı. Türkçe’nin seslerini yazıya en doğru olarak aktaracak olan Latin Alfabesi’ydi. Meclis’ten birkaç defa dönen Latin Alfabesi, 1 Kasım 1928 günü kabul edilmişti. Atatürk Latin Alfabesi’nin neden gerekli olduğunu anlatırken şöyle diyordu: “Büyük Türk milleti cahillikten, az emekle, kısa yoldan, ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan bir vasıtayla kurtulabilir. Bu okuma-yazma anahtarı, ancak Latin esasından alınan Türk Alfabesi’dir.”

Gerçekten Türkçe’nin seslerini kağıda kolayca ve doğru olarak aktarmada Latin Alfabesi, Arap Alfabesi’ne oranla daha başarılıydı. Çünkü Avrupa’da ilk uygarlığı kuran Etrüsklerin Alfabesi ile Latin Alfabesi ve Göktürk Alfabesi ortak kültürün ürünleriydi. O nedenle Anadolu Türkleri Latin Alfabesi’ni kolayca benimseyip, başarıyla kullanmaya başlamışlardı.

“ÇOCUKLAR GELECEĞİNDİR”

Atatürk, pekçok konuda olduğu gibi, eğitim konusunda da Türk milletine önderlik etmiştir. Çeşitli nedenlerle okuma-yazma öğrenememiş insanlarımızın eğitilmesini hedefleyen yaygın eğitim ve halk eğitimi uygulamaları, bize Atatürk’ün mirasıdır. Halkevleri, öncelikle eğitim seferliğinin bütün yurtta uygulanabilmesi için açılmıştı.  Latin Alfabesi’nin kabul edilmesinin hemen ardından açılan Millet Mektepleri de, Atatürk’ün hedeflediği halkın biran önce okuma-yazma öğrenmesi için atılan adımlardan biriydi. Atatürk, Cumhuriyet’in ilk yıllarında insanlarımızı okuma-yazma cahilliğinden kurtarabilmek için, eldeki bütün imkanları kullanmıştır. Ordu da, halkın biran önce okuyup-yazma öğrenebilmesi için seferber edilmişti. 

EĞİTİMDE KADINLAR İÇİN SAĞLANAN FIRSAT EŞİTLİĞİ

Atatürk, kadınların da erkekler kadar eğitim fırsatlarından yararlanmalarını arzu ediyordu. Bütün yurt çapında, kız çocuklarının da, erkekler gibi eğitim fırsatlarından eşit olarak yararlanmaları sağlanmıştır. Atatürk, karma eğitimin, eğitim sistemimizin temel ilkesi olması için büyük uğraş vermiştir. Atatürk her fırsatta, “Kadınlarımızı da, erkeklerimiz gibi, sorumluluğunu bilen çağdaş düşünceli bireyler olarak yetiştirmeliyiz” demekteydi.

Atatürk eğitimde fırsat eşitliğini savunmuş ve başarıyla hayata geçirebilmiştir. Bu genç Cumhuriyet’in en büyük başarısıdır. 

“Kadına değer verme ve saygı göstermemizin en büyük nedenlerinden biri, onun en büyük görevinin analık olmasıdır. Ülkenin yarısı kadındır. Diğer yarısı da onun doğurup yetiştirdiği erkek evlatlarıdır. İlk terbiye verilen yer ana kucağıdır. (…) Bu ülkenin kızını da, erkeğini de o analar yetiştirecektir. Bu nedenle kadınlarımız erkeklerden daha verimli olgun ve bilgili olmaya mecburdurlar. Eğitimin baş amacı, kadınları her bakımdan iyi yetiştirmek suretiyle ülkeyi zinde ve güçlü yapmaktır.” 

“Hedefe yalnızca çocuklarımızı yetiştirerek ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir. Fakat geleceği yetiştirecek olan ana-babalar, şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki, yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetişebilsinler. Bilenler, bilmeyenleri toplayıp okutmayı bir görev bilmelidirler.” 

“ÖĞRETMENLER, YENİ NESİLLER SİZİN ESERİNİZ OLACAKTIR”

Atatürk çağdaş uygarlık düzeyini yakalayabilmek için uygulamamız gereken eğitim sistemini başarıyla hayata geçirecek olanların öğretmenlerin donanımlı olarak yetiştirilmelerine önem veriyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin mümkün olan en kısa sürede çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırılması yolunda en büyük sorumluluğu öğretmenlere veriyordu ve “Yeni nesiller sizin eseriniz olacaktır” diyordu. 

NOBEL ÖDÜLLÜ Prof. AZİZ SANCAR: “BU ÖDÜLÜ ATATÜRK’E BORÇLUYUM”

Bugün bizim de, tıp alanında yaptığı buluşlarla NOBEL ÖDÜLÜ kazanmış Prof. Dr. Aziz Sancar gibi bir biliminsanımız var ve Atatürk döneminde yaşamamış olan Prof. Sancar, “Ben bu ödülü Atatürk’e borçluyum” diyor. 

Atatürk eğitim alanında öyle köklü reformlar yapmış, öyle doğru bir eğitim programı uygulamış ki, bu reformlar bugün, küresel çapta verilen NOBEL gibi ödüllerle taçlandırılıyor. 

Atatürk’ün, peşpeşe yaşadığı savaşlarla eğitimli insanlarını kaybetmiş, okuma-yazma oranı yüzde 5’lere düşmüş bir milleti, kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine yükseltebilmek amacıyla uyguladığı eğitim modeliyle elde ettiği sonuçlar gerçekten bir mucizedir. 

Atatürk’ün kafasında tasarladığı eğitim modeli, tam anlamıyla uygulanabildiğinde çok başarılı sonuçlar verebilecek bir projeydi, ama bu modeli hayata geçirebilmek için gerekli olan “öğretmen” kadrosu nasıl sağlanacaktı? 

Atatürk, bu konuda da dehasını ispat etmiş bir önderdi. O günlerin küresel konjonktürünün sağladığı fırsatlardan yararlanarak, başta Almanya ve Tataristan olmak üzere, ülkesindeki baskılardan şikayetçi olan biliminsanlarını tek tek ülkesine çağırdı ve tasarladığı eğitim modeline eklemleyerek, sonuçlarını bugün bile yaşamakta olduğumuz mucizeler elde etti. 

Gençlerimiz bilmeyebilir, ama bugün ders kitaplarından E=mc’ formülüyle özetlenen bilimsel mucizeyi gerçekleştiren büyük biliminsanı Einstein, Atatürk’e yazdığı mektupta, o dönem Almanya’sında gördükleri baskı nedeniyle Türkiye’ye gelmek istediklerini bildirmişti. Yahudi asıllı Macar akademisyen Philipp Swardz’ın ve diğer biliminsanlarının Türkiye’ye gelmesinde kopyasını  sayfalarımızda gördüğünüz bu mektubun büyük rolü olmuştu. 

Kadın-doğum uzmanı Wilhelm Kantorowicz, bu gerçeği anlatırken, “Çanakkale Mustafa Kemal’i yarattı, Mustafa Kemal de bizi kurtardı” demişti. Atatürk’ün eğitim projesine destek veren 80’i aşkın Batılı biliminsalarından bazılarını hatırlayalım:

Porf. Philipp Schwardz, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip ile imzaladığı bir anlaşmayla pekçok Alman biliminsanının Türkiye’ye gönderilmesine aracılık etmişti. 

Prof. Ernst Renter, AnkaraÜniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde profesör olarak görev yaptı.

Prof. Ernst E. Hirsch, İstanbul ve Ankara üniversitelerinde ticaret hukuku profesörü olarak çalıştı. 

Prof. Gerhard Kessler, İstanbul Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olarak görev yaptı. 

Prof. Fritz Neumark, İstanbul Üniversitesi’nde ekonomi profesörüydü.

Prof. Alexander Rüstov, İstanbul Ünversitesi’nde ekonomi tarihi ve ekonomi coğrafyası dersleriverdi.

Prof. Paul Hindemith, Ankara Devlet Konservatuarı’nı kurdu.

Prof. Ernst Praetorius, felsefe profesörüydü. Ankara Konservatuarı ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kurulmasında görev yaptı.

Carl Ebert, Devlet Konservatuarı’nda öğretim görevlisi olarak çalıştı.

Eduard Zuckmayer, Ankara Devlet Konservatuarı’nın kurulmasında görev aldı.

Bruna Taut, mimar ve şehir planmacısıydı; “Neues Bauen” olarak bilinen çağdaş mimarlığın en ünlü temsilcisiydi. İstanbul Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör olarak görev yaptı.

Clemens Holzmeister, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydi; TBMM ve Sağlık Bakanlığı binalarının projelendirilmesinde ve yapımında da görev aldı. 

Hans Gustav Güterbock, Ankara Üniversitesi öğretim görevlisi olarak çalıştı. 

TATAR KÖKENLİ BİLİM İNSANLARI

Kurtuluş Savaşı öncesinde Tataristan’dan Türkiye’ye yaşanan ikinci göç dalgasında çok sayıda Tatar aydını ülkemize gelmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında, Mustafa Kemal’in milli eğitim projesinin hayata geçirilmesinde çok önemli katkılar sağlamışlardı. 

1892 yılında Harbiye’de hocalığa başlayan ve milli ekonomi anlayışının Türkiye’deki ilk temsilcilerinden olan Tatar yazarı Musa Akyiğitzade (Mehmet Musa:1864-1923), yazdığı kitaplarla başta Mustafa Kemal olmak üzere gençlerin çağdaş ekonomi konusunda bilgilenmelerine katkıda bulunmuştu. 

Mustafa Kemal’in değer verdiği Yusuf Akcura (1876-1935) da Harbiye’de eğitim görmüş bir Tatar aydınıydı. Jön Türk hareketine katıldığından Paris’e kaçmak durumunda kalan Akcura, oradan Kazan’a döndüğünde Üç Tarz-ı Siyaset ( Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülük) kitabını yazmış, 1908’de Tanzimat’ın ilanından sonra İstanbul’a gelerek Harbye’de ve Dar’ül Fünun’da siyasi tarih dersleri vermişti. 

Atatürk onu 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni (Türk Tarih Kurumu) kurmakla görevlendirmiştir. Akcura, Türk Derneği’nin ve Türk Ocakları’nın da kurucusudur. 

Bir başka Tatar aydını olan Sadri Maksudi Arsal (1880-1957), 1918’de ülksinden ayrılıp Paris’e yerleşmişti. 1924 yılında geldiğinde verdiği konferanslarla Atatürk’ün dikkatini çeken Arsal, yapılan teklifleri kabul ederek Türkiye’de kalmıştır. Türk dilinin Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması konusunda çalışmalar yapan Arsal, Atatürk’ün sivil danışmanı olarak anılmaktaydı.

Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunda emeği geçen bir Tatar aydını olan Hamit Zubeyr Koşay (1897-1984), Etnoğrafya Müzesi’nin de kurucusudur.

1903 yılında Tataristan’da doğan Akdes Nimet Kurat, 1924 yılında Türkiye gelerek, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe ve tarih bölümlerinde okuyarak yetişmiş ve 1933 yılından itibaren İstanbul ve Ankara üniversitelerinde profesör olarak dersler vermiştir.

 Mustafa Kemal’in üniversitelerde ders vermek üzere davet ettiği Tatar biliminsanlarından biri de Reşit Rahmeti Arat’tı. 1933’de Maarif Vekili tarafından davet edilen Arat, 33 yaşında İstanbul Üniversitesi’nde, Türk Dili ve Edebiyatı Kürsüsü’nde profesör olarak görev yapmış ve Türk tarihi konusunda pekçok kitap yazmıştır. 

17 yaşındayken Batum üzerinden Türkiye’ye gelen Ahmet Temir, ülkemizde Mongolistik çalışmaları başlatan ilk biliminsanıdır. 

Türkiyat Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Fuat Köprülü tarafından Türkiye’ye davet edilen Abdullah Battal Taymas, bir süre dışişleri bakanlığında görev yaptıktan sonra, Atatürk’ün yönlendirmesiyle 12 bin sayfalık Yakut Dili Sözlüğü’nün hazırlanmasını sağlamıştı. İbn-i Mühenna Lügati ve Büyük Kırgız Sözlüğü de Taymas’ın eserleridir. 

Başkurt bağımsızlık hareketinn önderi olan Zeki Velidi Togan 1925 yılında Türkiye’ye gelmiş, Maarif Vekaleti’nde tercüme bölümünde çalışmaya başlamıştı. Kendi isteği üzerine İstanbul’a Darülfünun Türk Tarihi Müderris yardımcılığına atandı. 1932 yılında Reşit Galip’in Orta Asya ile ilgili bir tezi dolayısıyla ters düşünce istifa ederek Avrupa’ya gitti. 1939’da yeniden Türkiye’ye dönen Togan, İstanbul Üniversitesi Türk Tarihi Kürsüsü’nü kurdu. Zeki Velidi Togan 1970 yılında İstanbul’da öldü.

MUCİZENİN ALTINDAKİ İMZA: M. KEMAL ATATÜRK 

 Yetişmiş insanlarını savaşlarda kaybetmiş, kuma-yazma oranı yüzde 5’lere düşmüş, ekonomisi tarımla sınırlı, sırtında büyük bir borç yüküyle bugün hatırı sayılan bir devlet yaratabilmek, ancak çok doğru tasarlanmış ve büyük bir azimle uygulanmış bİr eğitim projesiyle mümkün olabilirdi. 

İşte böylesi bir mucizenin altındaki imza: Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK..