GAYBI BİLME İDDİASI VE İLM-İ CEFR!..
Mustafa AKKOCA
İnsanoğlu, tarihi boyunca geleceği-gaybı hep merak etmiştir. Aslında, yaratılanlardan Zîukul (akıl sahibi) olanlar, melekler, cin’ler ve insanlar için geleceği-yarınları bilmemeleri, kendileri için mahz-ı Rahmettir; İnsanların gelecekteki kazancını-kaybını bilmemesi, ne zaman nerede ve nasıl şartlarda öleceğini bilmemesi elbetteki ömrünü rahat geçirmesi için bir rahmettir. Halbuki, şu tarihte, şu şekilde öleceğini bilseydi, aslında bugün ölürdü.
Buna rağmen, tarih boyunca insanlar yine de geleceğini merak etmiş, öğrenmek istemiştir. Gaybı bilmek kesinlikle mümkün olmadığı halde, Ecram-ı Felekiyyatın, güneşin, ayın, yıldızların galaksilerin hareketine bakarak, yazının keşfinden itibâren de, harflere rakam değerleri ve kimi remizleri yükleyerek Hurûfî’lik ile gaybı bilme iddiaları sürüp gelmiştir.
HURÛFÎ’LİK:
Literatürde, Huruf İlmi, eski Mısır, Yakındoğu, Hind medeniyyetlerinde olduğu gibi, İslâm’ın zuhuruna kadar Yahûdî’likte ve Hıristiyanlıkta da mevcut idi. Grek filozofları arasında da bu telakkî zaman zaman kabul görmüştür. Nitekim Pisagor, kâinatın ilk prensibinin aralarında bir düzen ve uyum bulunan rakamlar olabileceğini ileri sürmüştür. Ba’zı kaynaklarda Aristo’nun bile numara ve harflerin esrarıyla alakalı bir eser yazdığı kaydedilmiş ise de Arapça’da, kitabü’s-Siyâse fî tedbîri’rriyâse denilen bu kitabın uydurma olduğu tesbit edilmiştir.
Harflerin ve rakamların esrarına dayandırılan Hurûfî’lik, esas i’tibariyle milâttan önce 4. ve 3. yüzyıllardan i’tibâren Ortadoğu’daki Helenistik-Gnostik izler taşıyan inançlarda ortaya çıkmaya başlamıştır.
İslâm’dan önce Cahiliyye Arap’larında gayb’dan haber verme iddiasıyla muhtelif metodlar uygulanıyordu. Ancak kaynaklarda harflerin esrarına dayanan bir sistemin varlığından söz edilmemektedir. İslâm’ın zuhurundan sonra bu usullerin tamâmen menedilmesinden sonra, ba’zıları bir takım ta’dilat ile göyâ İslâmî bir şekle büründürme gayretleri devam ettirilmiştir. Cahiliye devrindeki fal telakkisinin Yahûdî huruf anlayışıyla birleştirilerek Kur’ân’ın ba’zı harf ve kelimelerine (Huruf-i Mukattaa) tatbîk edilmesi bu nev’î bir gayretin eseridir.
Hurûfî’liğin İslâm Âleminde gelişip yaygınlık kazanmasında, ilkçağ tabiat felsefesinin gnostik düşünürlerce mistik teosofik açıdan yorumlanmasının payı büyüktür. Mevcut literatüre bakılırsa, Cabir bin Hayyân’dan i’tibâren ba’zı İslâm âlim ve filozoflarının değişik miktarlarda benimsedikleri bu felsefede tabiat Anasır-ı Erbe’adan teşekkül ediyor ve teosofik anlayışa göre de Allah’ın isim ve sıfatları feleklere ve yıldızlara geçerek onların nefeslerini (ruh) oluşturuyordu. Harfler ve rakamlar ulvî âlemle süflî âlem arasındaki esrarlı alakayı gösteren birer şifre idi ve bunların sırları kelimelere, kelimelerinki ise kâinata yayılmıştır. Bu telekkî ateş, su, hava ve toprağın tabiatları Arap Alfabesinin yedişer harfiyle irtibatlandırılıp bu unsurlardaki her türlü te’sir ve müesseriyet bu harflerin gücüyle yorumlanmış bunun neticesinde de harfler kozmik alemle ilişkin şifreler şeklinde görülüp, şifreler çözüldükçe düzenin kavranacağı ve üzerinde belli tekniklerle tasarrufta bulunmanın mümkün olacağı iddia edilmiştir. Bu gayeye vasıl olmak için de harflerin nitelik ve niceliklerine göre tablolar (vefk) hazırlanmıştır. Esasında bu tablolarla falnâmelerdeki daireler arasında mahiyet bakımından bir fark yoktur; harflerle kelimelere verilen anlamlar, yüklenen fonksiyonlar ilmî esaslara göre değil, göreneklere bağlı olarak tasarlanmıştır.
Harflerle rakamların olmuş ve olacak hâdisâtı sembolik biçimde anlattığı inancı, İslâmî literatürde Şiî-Batınî kökenli CEFR geleneğinin doğmasında müessir olmuştur. Şiî-Batınî geleneğinde önceleri sembolleri tefsir etme salahiyeti sadece Haz.Ali mezhebinden gelenlere mahsus iken daha sonraları Şiî olsun-olmasın, herhangi bilge-hikmet sahibi birisinin, mutasavvıfların ulaşabileceği gayb’dan haber verme tekniğine dönüşmüş, mevzu ile alakalı literatüre de giderek “İlmü’l-Hurûf” adı altında müstekîl bir ilim şubesi şeklinde telakki edilmiştir.
Şiî kaynakların İlm’ül-Cefr dedikleri de “İlmü’l-Hurûf”dur.
Hurûfî’liğin İslâm âleminde alaka görüp yaygınlaşmasında Ma’ruf-i Kerhî, Zinnûn el-Mısrî, Sehl et-Tüsterî, Cüneyd-i Bağdadî Ebû Bekr eş-Şiblî, Şehâbeddin es-Süherverdi el-Maktûl, Ahmed bin Ali el-Bûnî ve tabiki, Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıfların büyük te’siri olmuştur. Nihayet bu telakkî, Fazlullah-ı Hurûfî’nin öncülüğünü yaptığı Hurûfî’lik akımının da temelini teşkil etmiştir.
İbn-i Haldûn Mukaddime’sinde o devirlerde Simya adıyla da zikredildiğini söylediği bu mevzuuda “İlmüesrari’l-Huruf” serlevhasıyla etraflıca tedkik ederek Hurûf İlmi’nin bir kozmoloji doktrinine dayandığını görmüş ve bu doktrini açıklayan İbnü’l-Arabî’nin “tenezzül” ve “zuhur” anlayışı ile harfler arasında kurulan irtibata işaret etmiştir. Bu doktrine göre, âlem ilâhî isimlerin zuhuru veya bu zuhurun vuku bulduğu mazhardır. İlâhî isimleri meydana getiren harfler en aşağı mertebelere kadar inerek varlığın gerçeklik kazanmasında ta’yin edici bir rol oynar. Dolaysiyle harfler kozmolojik şifrelerdir ve çözüldüklerinde kozmik düzeni kavramak ve belli tekniklerle bu düzene tasarruf etmek mümkündür.
Bu anlayışta Pisagorcu telakkiler devreye girmekte ve kozmolojik bir ilke olarak sayı mefhumu, Esmâ-i Hüsnâyı meydana getiren ve kozmik te’sirlere sahip bulunan harf mefhumuyla birleştirilmektedir. İşte tam bu safhada Huruf İlminin de dayanaklarından birisini oluşturan “Ebced” ve “Vefk” tabloları önemli bir rol oynamış, ortaya Kur’ân’da zikredilen Esmâ-i Hüsnâ’ya dayandığı için keyfî olmadığı ileri sürülen, harfler, sayılar, unsurlar, tabiatlar ve gök cisimlerinin birbirine tekâbül ettirdiği bir tablo konmuştur.
İbn-i Haldun Mukaddime’sinde bu tablo’nun Ebü’l-Hasan es-Sebtî isimli bir şahsın tertip ettiği “Zâyirçe-i âlem” denilen bir örneğini tanıtmaktadır.
Huruf İlmini tasavvuf geleneğine bağlayan İbn-i Haldun bu ilmin dayandığı sırların ancak ilâhî ilham ile keşfedilebileceğini akıl veya hesapla yapılan tahlillerin tılısımcılıktan öteye geçmeyeceğini de tesbit etmektedir.
İslâm kültüründe Hurûf İlmi’nin şekillenip yaygınlık kazanmasında İbnü’l-Arabî’nin önemli bir yeri vardır. İbnü’l-Arabî el-Fütûhatü’l-mekkiyye’nin ikinci babında bu mevzuları işleyen İbnü’l-Arabî ana fikirlerini, varlık mertebesiyle harflerin sembolik ve sayısal düzeni arasındaki tekâbül esasına dayandırmaktadır. Sözkonusu tekâbüller şematik olarak felek sistemleri, varlık türleri, anasır-ı Erbea ve onların harf sembollerindeki karşılıkları şeklinde düzenlenmiştir.
Hurûfî’lik hakkında umûmî ve ansiklopedik sayılan bu mâlumattan sonra gelecek yazılarda, Şiî’lerdeki hurûfî’lik, İlmü’l-Cefr dedikleri, Ebced hesabıyla gaybı bilme iddiaları teferruatıyla arzolunacaktır.
Yorumlar