Madencilikte iki önemli husus vardır.
İlki madenin derinliği, ikincisi ise madenin tabaka kalınlığı.
Maden derin değil ise, tabakada yeterince geniş ise makine kullanarak maden çıkartabilmek mümkün.
Tam tersi durumda; maden derin, tabaka ince ve dar ise insana dayalı üretim yapılabilir.
Maalesef Türkiye’deki madenler derin, ince ve dar. 
Madenlere kuyu aracılığıyla inmek gerekiyor. Makine çalıştırma imkânı yok. 
Ve yine maalesef linyit ve kömürümüzün ısı değerleri yüksek değil.
Türkiye’de yılda, 3 milyon ton taş kömürü çıkmakta, buna karşılık 30 milyon ton talep olmakta, 70 milyon ton linyit çıkmakta, 144 milyon ton talep olmaktadır.
Haliyle, aradaki ihtiyaç kadar dışarıdan temin ediyoruz. Bir yılda kömür ithalatına 4 milyar USD ödeme yapıyoruz.
Linyit kömürünün neredeyse tamamı termik santrallerde elektrik üretimi için kullanılıyor.
Elektrik üretimimizde kullanılan kömürün 5’te 4’ünü ise ithal ediyoruz.
Günümüzde gelişmiş ülkelerde ise “kara maden” yani kömür üretimi hiç yok.
Tamamını ithal ediyorlar.
Çünkü insana dayalı maden sektöründe risk çok fazla, kâr düşük.
Halbuki 1939 yılında başlayan, yaklaşık 50 milyon insanın hayatını kaybettiği, nükleer silahların kullanıldığı, kitlesel ölümlerin ve soykırımların yaşandığı, İkinci Dünya Savaşı’nın ana sebeplerinden biri madenlere sahip olabilmekti.
Bugün gelişmiş ülkelerde kömür ve demir madenleri kapalı, tamamını dışarıdan ithal ediyorlar. 
Sanayileşmeyi azaltıp, hatta sonlandırıp tamamen teknoloji alanına yönelmiş durumdalar.
Çünkü onlar için, az gelişmiş ülkelerde üretim yapmak, maden çıkartmak daha risksiz.
Avrupa’da çok sayıda kara maden kaynağı olmasına rağmen insana verilen değer fazla, yasalar çok ağır. 
Ama az gelişmiş ülkelerde, örneğin Afrika’da en ucuz araç işçilik... Yani insan.
Eskiden ABD’ye Afrika’dan köleler getirilip çalıştırılırmış.
Bugün ulaşım, iletişim rahat ve ucuz, artık kendi ülkelerinde çalıştırılarak, ürünler çok daha ucuza temin edilebiliyor. 
Böylece sömürü, gözlerden uzakta devam ediyor, sendikalar ve dernekler büyük sermayedarlarla uğraşmıyor. Kapitalinde başı ağrımıyor.
1963 yılında ABD’de siyahilerin özgürlük mücadelesi esnasında taşıdıkları “Bu toprakları evim yapacağım” pankartlarınıda ABD’nin sahipleri görmek zorunda kalmıyor.
ABD’nin yine aynı sahipleri; başka ülkelerde benzer olaylar yaşandığında “çözüm süreci”, “Annan planı” gibi sözde ileri demokratik çözümlerle bölünmeye yada tamamen dönüşmeye ön ayak olunuyor.
Bugün Cizre’de yaşadığımız kısmi işgalde bunlardan biridir.
Cizre’den giren bu virüs, yavaş yavaş vucüta yayılmaya devam eder. Onlar için önemli olan virüsü içeri salmaktır.
Bugünlerde yapılan gizli plan ise ilk seçimlerde BDP’nin %10 barajının altında kalmasına, böylece AKP’nin mecliste milletvekili sayısının artırılmasına, bu sayede de anayasayı tek başına değiştirebilecek sayıya ulaşılmasına yönelik.
İlk yapılacak değişiklik ise çözüm süreciyle birlikte konuşulmaya başlayan “başkanlık sistemi”nin kabulü.
Başkanlık sistemi geldiğinde; BDP de güneydoğuda kendi başkanını seçebilecek. 
Bu bittiğinde sanmayın ki herşey durulacak!!! Başka başka “çözüm süreçleri” önümüze getirilecek.
Küresel dünyada sermaye sahipleri; kendi kurallarını koyabilmek ve uygulatabilmek için insanlara mal, mülk emanet ederler. 
Bu mal, mülk; küresel dünyanın kurallarının, hukukunun gerçek bekçisidir.
Türk halkı, vatanı elinden alınmaya başladığında, 
Kaybedecek bir şeyi kalmadığında, 
Kurallar anlamını yitirdiğinde, 
Kısaca, gerçek ve saf özgürlüğü tekrar tattığında neler olacağının farkındamısınız?