ŞÎA: Hazreti Peygamber’in irtihalinden sonra devlet idaresinin Haz.Ali’ye ve onun soyundan gelenlere ait olduğu düşüncesi etrafında birleşen muhtelif grupların ve Fırak-ı Dâlle mensubu mezheplerin ortak adı...
Lügatte “tâbi olmak, desteklemek; şâyi olmak, çoğalmak manalarındaki Şiyâ kökünden türeyen şîa kelimesi “taraftar, yardımcı; bir işi gerçekleştirmek için bir kimse etrafında toplanan grup ma’nasına gelir.
Şiî’liğin ne zaman ortaya çıktığı hususunda muhtelif rivâyetler varsa da, en kuvvetli rivâyet; Haz.Resûl-i Ekrem’in irtihalinden hemen sonra, önce yalancı peygamber rolüyle ortaya çıkan, tutturamayınca, en yakınlarından bile en küçük bir iltifat görmeyince bu sefer yeni bir fitne ortaya atmıştır.
Bu zât, aslen Yahûdi olan Yemenli, Abdullah İbn-i Sebe’dir...
Abdulah İbn-i Sebe’nin ortaya attığı fitne günümüze kadar pek çok Şiî gruba kaynaklık etmiştir.
Abdullah İbn-i Sebe, Kur’ân-ı Kerim’den ayrı olarak, Haz.Resûl-i Ekrem’e Allah tarafından bir kitap daha göndermiştir. Yalnız, bu kitap Kur’ân-ı Kerim gibi peyder pey indirilmemiş ve âyet’leri insanlara tebliğ edilmemiştir. “Cefr”e (oğlak derisine) yazılmış olarak kitap halinde indirilmiş, güyâ, Hazret-i Resûl-i Ekrem’e, “Bu kitabın muhteviyatını okumadan doğrudan Haz.Ali’ye vermesi emrolunmuş, Haz.Peygamber bu “Cefr”e, oğlak derisine yazılmış bulunan kitabı okumadan Haz.Ali’ye intikal ettirmiş, Ali radiyallahu anh Efendimiz, oğlu Hasan’a, Hasan kardeşi Hüseyin’e, Hüseyin Zeynelâbidin’e ve diğerlerine derken bu kitap İmam Muhammed Ca’fer’e kadar intikal etmiş, İmam-ı Muhammed Ca’fer-i Sâdık kitabı tamamen okumuş, kitapta, “İlmü’l-evvelîn ve’l-Âhirîn” mevcut imiş, yani dünya’nın başlangıcından o güne kadar ve o günden kıyâmete kadar vukua gelebilecek herşeyin bilgisi varmış... Bu kitap imam’dan imam’a, 12. İmam, İmam-ı Muhammed-i Ma’sum’a kadar intikal etmiş ve Gaybûbet-i Kübrâ (büyük gaybolma)’da İmam-ı Muhammed-i Ma’sûm ile birlikte bu kitap da kaybolmuştur.
Abdullah İbn-i Sebe’nin dizayn ettiği bu anlayışı, Hazret-i Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi üzerine, Emevî düşmanlığının yaygınlaşması, buna mukabil, Haz.Ali ve evladına karşı duyulan siyâsî taraftarlık zaman içinde bir sistem haline getirilmiş ve mezhepleşme süreci başlamıştır.
Şîa’da ilk mezhepleşme Abdullah İbn-i Sebe ile başlayan Gâliyye’dir;
Gulât-ı Şîa, Abdullah İbn-i Sebe ilk def’a ortaya attığı Haz.Alî Efendimize Ulûhiyet isnad edilmesi, Peygamber’lik, mesîh’lik, öldükten sonra kıyâmete doğru dirileceği, yeryüzünü adaletle dolduracağı, tenâsuh, öldükten sonra ruhunun başka bedenlerde tekrar tekrar dünya’ya geleceği gibi, İslâm’la, Kur’an’la, akılla, iz’anla bağdaşması mümkün olmayan görüşleri yaymaya başladı ve bunları mezheplerinin esas umdeleri olarak kabul etti.
İlk dönem Şiî mezheplerinden Keysâniyye’de buna benzer görüşleri ortaya atmıştır.
Gâliye ve Geysâniyye: Başlangıçtan itibâren daha ziyâde Şia bünyesinde “Gâliyye” (aşırılar) diye vasıflandırılan zümreler ortaya çıkmıştır. Bunlar ilâhi ruhun önce Haz.Peygamber’e, daha sonra Ali ve evladına hulûl ve intikâli, hâşâ, Allah’ın kula, kulun Allah’a benzetilmesi (teşbîh) hâşâ Allah’ın bir şeyi bilmezken daha sonra bilmesi ve belli bir şekilde vuku bulacağını haber verdiği bir vaka’nın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesi (bedâ), Peygamber’liğin sona ermediği zaman içinde imametin Peygamberliğe dönüşeceği, imam’ların Resûl-i Ekrem’in vârisi oldukları, gaybı bildikleri bir kısmının ölmeyip insanlar’dan uzaklaştığı ve tekrar döneceği (rec’at), ruhların bir bedenden diğerine intikâl (tenâsüh) dinî nas’ları herhangi bir gerekçeye dayanmaksızın bâtınî anlamda te’vil etme ve onlardan başkaca anlamlar çıkarma gibi Kur’an ve sünnetin yanısıra genel İslâm toplumunca da tasvip edilmeyen düşünceler ileri sürmüşlerdir. Haz.Alî’nin ilahlığını ve ölümsüzlüğünü iddia eden Sebiyye, yine Haz.Ali’nin ilahlığını, vâsiliğini, Haz.Ali Evladının kutsallığını, geleceği bildiğini, ayrıca tenâsüh, rec’at, bedâ ve ibâhe ile ilgili iddialar ileri süren ve Kâsâniyye ismi altında toplanan, Beyâniyye, Cenâhiyye, Harbiyye, Hârisiyye, Hâşimiyye, Kerbiyye, Muhtâriyye, Rızâmiyye gibi fırkalar Gâliyye olarak kabul edilmektedir.
İSNÂAŞERİYYE: Şîa’nın Ca’fer Sâdık’tan sonra imâmetin oğlu Mûsa el-Kâzım’a intikal ettiğini benimseyen ana kolunda her imamın vefatını ta’kiben yeni yeni ihtilâflar doğmuştur. Bu kol diğer grupların tarihe karışması üzerine İsmailiyye’yi tek başına temsil etmiş, giderek Şiâ denilince akla gelen fırka olmuştur.
İsnâaşere mezhebinin temel inanışları:
a) İmâmet seçimle değil ilâhi ta’yinledir. Haz.Peygamber, ilâhî emir çerçevesinde kendilerinden sonra Hz.Ali’nin ümmetin idarecisi olduğunu açıklamıştır. Ayrıca, Haz.Alî’ye ilk imam olmasının gerekliliği pek çok âyet ve hadis’te belirtilmiştir. (hâşâ, bu hususta ne bir âyet ve ne de bir hadis vardır.)
b) İmâmette en önemli ölçü efdaliyyet olup, Resûl-i Ekrem’den sonra, Ali ardından onun soyundan gelenler takvâ, ilim ve ahlâk’ta en üstün, dolayısiyle imâmete en lâyık kimselerdir.
c) İmâmet nübüvvetin devamıdır; imamlar tıpkı Peygamber’ler gibi ma’sum olup husûsî bilgilerle donatılan kendilerinden olağanüstü haller (mu’cize) sâdır olan kimselerdir.
d) Hepsi Haz.Peygamber’in ehl-i Beyt’inden sayılan imamların sayısı on ikidir. On ikinci imam beklenen medhî’dir. Hicrî 260, Milâdî 874’de gaybete girmiş, (kaybolmuş) olup hâlen hayattadır ve bir gün ortaya çıkıp yeryüzünde adaleti sağlayacaktır.
Şîa’nın kendilerince en meşhurlarında olan Küleynî’nin eserindeki rivayetlerde, imamların Allah’ın nuru, yeryüzünün direkleri Peygamber’lik ağacının dalları olduğu, Kur’ân’ın ancak imamlar vasıtasıyla anlaşılabileceği, -hattâ, Kur’ân’da mevcut olan bir âyetin “Nâs” olabilmesinin bu nassı imamın onaylaması durumunda ancak nâs olarak kabul edilebileceği- İmâmet’in, İslâm’ın temel farzları, namaz, zekât, hac ve oruçla birlikte beş temel esasından birini, hattâ en önemlisini teşkil ettiği, zirâ imametin bu ibâdet’lerin anahtarı konumunda bulunduğu ifade edilmiştir.
İsnâaşeriyye’nin, imâmeti nübüvvetle, imamları Peygamber’lerle ilişkilendirip ma’sum sayan yaklaşımları bu fırkanın yapısında kayde değer özellikler ortaya çıkarmıştır.
a) Haz.Peygamber’in vefatından sonra sahâbe’nin Haz.Ali’ye biat etmeyişi onları itikâdî bakımdan problemli hale getirmiş, fırkanın ba’zı kaynaklarında sahâbe’yi mürted sayan rivayetlere yer vermiştir. Haz.Peygamber’den sonra halifeliği (Devlet Başkanlığı’nı) üstlenmiş olan üç halifenin hilâfeti gayrimeşrû görülmüş, haklarında ağır suçlamalar yapılmıştır.
b) İmamlar ma’sum kabul edildiği için on iki imamdan nakledilen söz fiil ve takrirler Peygamber sözüyle eşdeğerde görülüp dinin Kur’ân’dan sonra ikinci kaynağı sayılmış, böylece fırkanın kendine mahsus bir hadis literatürü oluşmuş, bilhassa fıkhî görüşler bu rivayetlere dayandırılmıştır....
c) İmâmete ve Ehl-i Beyt’e müteveccih aşırı vurgunun Kur’ân’ı Kerim’le temellendirilmemesi, sıhhatine yönelik şüphelerin doğmasına yol açmış, hâkim anlayış, Kur’an’da ziyâde ve noksanlık bulunmadığı yönünde olmakla birlikte kaynaklarında buna aykırı rivâyetler yer almıştır.
d) İmamlara izafe edilen rivayetler çerçevesinde özel inançlar oluşmuştur. Bunlar arasında kıyâmetten önce ba’zı Ehl-i Beyt mensupları ile onlara zulmedenlerin yeniden dünya’ya getirilip (rec’at) zâlimlerin cezalandırılacağı sakıncalı durumlarda gerçek inancın açıklanmayıp gizlenebileceği (takiyye), Allah’ın önceden bildirdiği hükümlerde değişiklik olabileceği (bedâ), kabirde kişilere imam’ın kim olduğunun sorulacağı gibi hususlar zikredilebilir. –Görüldüğü gibi bu hususlarda İsnâaşere de aynen Gâliyye gibi düşünmektedir.-
e) İmâmet anlayışı değişik biçimlerde fıkha da yansımış, meselâ “tevellî” ve “teberrî” Fürû-i dinden sayılıp ilkiyle Ehl-i Beyti sevenlerin sevilmesi, ikincisiyle onları sevmeyenlerden uzaklaşılması kastedilmiş, bir cüz’ü olmadığı kabul edilmekle birlikte ezan ve kâmete, “Eşhed-ü Enne aliyyen Veliyyullah!” eklenmiş, namaz kılarken secdede alnın, tercîhen Kerbelâ’dan alınan topraktan yapılmış “mühür” üzerine konulması istenmiş “Humus”un kapsamı genişletilerek ticârî kazancın beşte birinin yarısının hayatta olduğu müddetçe imama, gizlilik dönemlerinde nâibi sıfatıyla taklid merci’ine verilmesi emredilmiş, -Humus, ganimetten elde edilen veya define kazançlarının beşte biri Allah ve Resûlü yoluna verilir.- namaz imamlığı zekât verilecek kimseler nikah akdinin kimlerle yapılabileceği gibi hususlarda on iki imamın imâmeti’nin kabul edilmesi şart olarak benimsenmiştir...
f) Faziletleri gözönünde bulundurularak on bir imamın doğum ve ölümleriyle on ikinci imamın doğum günlerinde anma merâsimleri düzenlenmiş imamların kabirlerini ziyaret etmenin sevabıyla alakalı abartılı rivayetler aktarılmıştır...
İsnâaşeriyye, Amelî bakımından fırka bünyesinde oluşan Ca’feriyye mezhebinde ezan’a Haz.Ali’nin imametiyle alakalı cümlenin yanı sıra “hayye alâ hayr’l-Amel” ibâresinin ilâve edilmesi, öğle ile ikindi, akşamla yatsı namazlarının çoğu zaman yahut da devamlı şekilde birleştirilmesi, muâmelât mevzu’unda da geçici nikahın (bir gecelik) (müt’a) nikahın meşrû kabul edilmesi gibi farklı uygulamalar ortaya çıkmıştır...
EHL-İ SÜNNET ÂLİMLERİ:
Ehl-i Sünnet âlimleri Şîa’nın temel görüşlerini Kur’ân-ı Kerim, Sahîh Sünnet (hadis) akıl ve tarihî hakîkatler açısından ele alıp tenkide tabi tutmuş ve cevaplandırmışlardır.
Eh-i Sünnet âlimlerinin tenkid’lerini şöyle hulasa etmek mümkündür;
a) İmâmet, aslâ imanın esaslarından birisi değildir. Kur’ân-ı Kerim’de imamın esaslarından bahseden âyetlerin hiçbirisinde bu istikâmette kesin bir açıklama yer almadığı gibi, âhirette kurtuluşa erecek kimselerin özelliklerini zikredildiği âyetlerde de aslâ imâmete bir atıf yoktur.
b) Şîa’nın iddia ettiği gibi imâmet nübüvvetin devamı da değildir. Zirâ, Kur’ân’da, “Bugün dininizi ikmâl ettim ni’metimi tamamladım.” (Mâide 5/3) meâlindeki âyette Resûl-i Ekrem’le birlikte İslâmî teşrî’in sona erdiği sarahaten belirtilmiştir.
c) İmâmet ilâhî nâs ve ta’yinle olmayıp cemiyetin tercihine bırakılmıştır. Cemiyette, tarihte görüldüğü gibi şartlara uygun bir yol ta’kip edilmiştir. Esâsen, Şîa’nın Haz.Ali’nin imâmeti hakkında nas olarak ileri sürülen âyetlerin hiçbirinde açık bir beyân bulunmamaktadır. Haz.Peygamber’in vefatından sonra da değişik halife adaylarının ortaya çıkması, ashâb’ın Ebû Bekr’e bi’at etmesi, Haz.Ali’nin kendisine bi’at edilmesi hususunda herhangi bir nas ortaya koyamaması ayrıca kendisinin ilk üç halife’ye bi’at etmesi Şîa’nın nâs iddiasını boşa çıkarmaktadır.
d) İmamlar fazilet sahibi şahsiyetlerden olabilirler. Fakat kendilerine “İsmet” sıfatı nisbet edilemez. Onlar da Peygamber’ler gibi ma’sum olsaydı, meselâ ortaya çıkan ihtilaflarda Resûlüllâh’ın hakem kabul edilmesini emreden âyette, (Nisâ 4/65) imamlardan da söz edilmesi gerekirdi. Diğer taraftan Şîa’nın bu konuda delil konumunda ileri sürdüğü “Tathîr” (ma’nevî arındırma) âyeti’nin (Ahzab 33/33) kapsamı farklı olduğu gibi “tathîr” kelimesi başka âyetlerde mü’minler için de kullanılmıştır.
e) Kur’ân-ı Kerim’in yalnız ma’sûm imamların rivâyetleriyle anlaşılabileceği ve hâşâ, Kur’ân’da eksiklik bulunduğu gibi iddialar herşeyden önce Kur’ân’ın beyanlarına uymamaktadır. Zirâ Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyetlerde bütün insanlara hitap edilerek kendilerinden Kur’ân-ı anlamaları istenmiş, ayrıca Kur’ân’ın Allah tarafından indirildiğine ve O’nun tarafından korunacağına vurgu yapılmıştır. (Hicr 15/9)...
f) Sahâbî’ler bizzat Haz.Peygamber tarafından eğitilmiş, insanlığa örnek bir nesildir. Kur’ân-ı Kerim’de pekçok âyette mühâcirler hem Ensâr övülmüştür. (Enfâl 8/72, Tevbe 9/100, Fetih 48/18, Haşr 59/8-10) Ebû Zer el-Gıfârî, Ammâr bin Yâsir, Mikdat bin Esved, Selman-i Fârisî gibi birkaç sahabî’nin dışında kalan ashâb’a dil uzatılması Kur’ân-ı Kerim’de işâret edilen âyetlerine aykırıdır....