Aslen Erzurumlu, Erzurum’da, müderrislerin, meşhûr hocaların Rahle-i Tedrisinde bulunmuş, eski medreselerin mertebesiyle, “Molla”lık, seviyesi kadar bir ilim tahsil etmiş, sarf, nahiv ve belki de biraz metinler, hepsi o kadar! 1960’lı yılların başındayız. Yer, Edirne. 27 Mayıs 1960 Darbe-i Hükûmeti’nden sonra ba’zı il ve ilçelerde, müftüler, bulundukları il ve ilçelerin, Örfî İdare Komutanlarına veya Tâli Komutanlara gidip, “Emrinizdeyiz, Hâk Geldi, Bâtıl Zâil Oldu,” diye bulundular. “Kral Öldü, Yaşasın! Kral” dediler, makamlarını korudular. “Gelenin keyfi için geçmişe sövemem,” diyenler, makamlarının ağırlığını taşıyanlar, yeni idareye temennâ’da bulunmadıkları için, Örfi İdare Komutanları veya Garnizon Komutanları tarafından sözlü olarak, tekdir edilerek makamlarından uzaklaştırılmışlardı. Edirne Müftüsü de makamının, ilim ve irfanının ağırlığına müdrik olanlardandı. Vali ve diğer ba’zı dâire başkanları-müdürleri gibi, gidip garnizon kumandanına Arz-ı Ubûdiyyet etmedi. Usûl, âdap, kural ve kanunlardan hazzetmeyen, “Küçük Dağları ben yarattım,” edâsıyla, Muhterem Müftü Efendi’yi, “Hâlâ bu makamda utanmadan-sıkılmadan nasıl oturabiliyorsunuz?” der ve müftülük makamını derhal terk etmesini emreder. Kanun, usul ve adâp mahrumu Garnizon Kumandanı, Edirne Garnizonunda askerlik vazifesini yapmakta olan ve erât arasında, “Hoca” olarak bilinen bir zâtı, fîilen müftülük makamına oturtur. Oysa ki, o yıllarda cârî mevzuata göre, bir kişinin müftü olabilmesi için, Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından açılan Müftülük-Vâizlik imtihanını kazanmış olmak şarttı. Hele, İl Müftülüğü, Diyânet İşleri Başkanlığı bünyesinde geçen uzun bir tecrübeye muhtaç idi. Garnizon Komutanı tarafından fîilen müftülük makamına oturtulan zât, yaklaşık iki yıl kadar Edirne Müftülüğü yaptıktan sonra Diyânetçe yapılan tespitten sonra, Edirne İl Müftülüğü’nden alınmış, Havsa, Çorlu ve Elazığ’ın bir ilçesi de dâhil pek çok ilçede emekliliğine kadar müftülük yapmıştır. “At İzi’nin İt İzine Karıştığı” bu günlerde, Yaşar Tunagür, Edirne’ye müftü olarak ta’yin edilir. Yaşar Tunagür ile daha sonraki yıllara sarkan derin dostlukları burada, Edirne’de başlar. Edirne’de, Üç Şerefiyeli Camiî’nde ikinci imamdır. İçine kapanık, asabî ruh haliyle mesâî arkadaşları ve cami cemaatiyle sürekli kavga halindedir. Yakınlarına, “benim hâlet-i Rûhiyem, bu kabil hizmetlere müsâid değil, en iyisi ben memleketime döneyim. Koyun çobanlığı yapayım,” diyordu. İmdadına, Mürşidi(!), Yaşar Tunagür yetişmişti. Kendisini, komşu il Kırklareli’ne ta’yin ettirdi. Kırklareli’ne, imam olarak mı, yoksa vâiz olarak mı ta’yin edilmişti, bilinmiyor. Fakat burada da rahat değildir. Mizacı-huyu itibariyle buraların insanı değil, Erzurum halkına nazaran, kadın-erkek münasebetlerinde çok serbest, İslâmî mevzularda hassâsiyetleri bulunmaması dolaysiyle burada da kendisini çok yalnız hissetmeye, memleketine dönüp koyun çobanlığı yapma arzusu hissetmeye başladı. Yine imdadına Mürşidi(!), Yaşar Tunagür yetişti. Yaşar Tunagür, Edirne Müftülüğü’nden, Ege Bölgesi Seyyâr Vâizliği’ne nakledilmişti. 633 Sayılı Diyânet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu’ndan önce, Diyânet İşleri Başkanlığı bünyesinde, “Gezici-Seyyâr Vâiz’lik Kadrosu” vardı. Yalnız, İzmir değil, İzmir’in hinderlandı kabul edilen Aydın, Denizli ve Manisa illeri dâhil, Yaşar Tunagür, “Ege Bölgesi Gezici Vaizi” idi. İzmir’e vâiz olarak ta’yin ettirdi. İzmir’de, Akseki’li, Merhûm Ali Rıza Bey’in Başkanlığını yaptığı İmam-Hatip ve İlâhiyat’a Öğrenci Yetiştirme Derneği’nin, Kestanepazarı Camiî’nin bitişiğindeki derneğe ait, beş-altı kişinin ancak sığınabileceği odalardan birisine yerleşmiş, burada yatılı kalan ve gündüzlü talebeye ders okutuyor, Cum’a günleri de Kestanepazarı Camiî’nde va’az ediyordu. Cuma günkü va’az’ları da kendisini tatmin etmiyordu. O’na göre, “Kellim Kellim, Lâ Yenfeu”, (konuş, konuş faydası yok), İzmir’li cami cemaati, kendisinin vermek istediği mesajları almıyordu. Geçirdiği manevî rahatsızlığı, travmayı artık gizleyemiyor, açık açık ifâde etmekten çekinmiyor, hattâ cami kürsüsünden açıkça ilân etmekten çekinmiyordu. Konuşmaları, daha çok cerbezeye dayanıyor, Ashab-ı Kirâm’dan ajite edilmiş misâller veriyor, kelime oyunları ve cinas kullanıyordu. Cinas Edebiyyatıyla, Cum’a cemaatine, “Sizin gibi Cemâdât’a hitap edip, nefes tüketeceğime, bitli yorganıma sarılıp, Rabbime dua etsem, daha hayırlıdır,” diyordu. Bilindiği gibi, “Cemâdât” zîruh, zîhayat ve nâmî olmayan, taş-toprak, moloz, demektir. Açıkça, “Sizler, şuursuz, kalpleri ve ruhları ölmüş, yaşayan ve aslâ gerçeği hissetmeyen, molozlarsınız,” diyor, açıkça cemaate hakâret ediyordu. Cami cemaati tarafından çok yadırganan bu tavır belli kademelerde şikâyetlere sebep olmuştu. İzmir Müftülüğü nezdinde, kesif, yazılı ve sözlü şikâyetler yapılıyordu. Devrin İzmir Müftüsü, aynı zamanda benim hemşehrim olan, Merhûm Ahmed Karakullukçu’ydu. Vâki şikâyetler kendisini de bunaltmış idi. Merhûm hemşehrim, Ahmed Karakullukçu, bendeniz ve güvendiği diğer bir-kaç arkadaş ile istişâre ettikten sonra, Diyânet İşleri Başkanlığı’na, Tenzil-i Rütbe ile boş bulunan, İzmir’in şehiriçi ilçe’lerinden, Bornova’ya naklen ta’yinini istedi. Kısa zamanda İzmir vâizliği’nden Bornova vâizliği’ne nakledildi. Bu sefer, Bornova Müftüsü, Merhum Mehmed Ergin Bey’i bir dert aldı. Bu yıllarda, bu satırların yazarı İzmir-Bornova’da, 57. Topçu Tugayı’nda askerlik vazifesini ifa ediyordu. Tugay’ın karargahı, Bornova şehir merkezinde, mübâdele’de zengin bir Rum tarafından terk edilmiş, bahçesinde 1000 yıllık çam ve çınar ağaçlarının bulunduğu, geniş bir bahçe içerisindeki tarihî bir konaktaydı. B-Garnizonu, Bornova bitişiğinde, C-Garnizonu da, Uşak-Ankara yolu üzerinde Hacılarkırı’ndaydı, Temel Eğitim Taburlarının, Telli-Telsiz, Yerölçme ve Ateşidare İhtisas Taburlarının bulunduğu, B-Garnizonunda minâreli, orta büyüklükte bir cami vardı, bendeniz, Tugay Başimamı sıfatımla bu cami’de, Cum’a namazlarını ve vakit namazlarını kıldırıyordum. Zaman zaman da hem vakit namazlarını ve hem Cum’a namazlarını yardımcılarıma bırakıyor, Bornova Merkez Camiî’nde (Ulucami) va’az ediyordum. Devrin Bornova Müftüsü ile de yakîn münasebetlerim vardı. Benimle istişâre etti. “Bildiğiniz gibi, ilçemizde bir Ulucami, iki de daha küçük cami bulunuyor, şu ana kadar ilçemizde kadrolu bir vâiz yoktu. Şimdi bu zâtı İzmir’den bize Tenzil-i Rütbe ile gönderdiler. Normal şartlarda kendisinin Ulucami’de va’az etmesi gerekir. Halbuki, Tugay Karargahında ve B-Garnizonu’nda pek çok sayıda subay-astsubay Cum’a namazlarını Ulucami’de kılıyor. Bu zât’ın konuşmaları mâlum, bize büyük dertler ve sıkıntılar verir. Ne dersin, ne yapalım, nasıl hareket edelim?” dedi. Müftü Mehmed Ergin Hoca’ya, “Hocam! Yeni vâiz geldi diye O’na Ulucami’de va’az ettirmek zorunda değilsiniz. Kendisine Ulucami’de, İlçe Müftüsü olarak bizzat ben va’az edeceğim, siz de diğer camilerden birisinde va’az edersiniz, dersiniz. Meseleyi suhûletle halledersiniz. Bundan böyle, Ulucami’de bizzat siz va’az ediniz, yetişemediğiniz veya sizin izinli-raporlu olduğunuz haftalarda, benim askerliğim müddetince ben va’az ederim,” dedim. Resmî vâiz, 57. Topçu Tugayı’nda vazifeli, Ast.subayların çoğunluğunca oluşturulmuş, bir gecekondu mahallesinde, “yıkımlar önlensin,” diye Ast.subaylarca bir cami inşasına teşebbüs edilmiş, İzmir’li ve Bornovalı hayırseverlerin yardımı ile küçük ama güzel bir cami inşa edilmişti. Vâiz, işte bu cami’de va’az etmek üzere müftülükçe vazifelendirilmişti. (Devam edecek.)