"Geçtik hepimiz dörtnala cennet kapısından  Gördük ebedî; cetleri bir anda yakından!"

Y. K. Beyatlı.

Hepsi güzel insanlardı çok şükür ki aynı havayı koklayabildik!

Bu hafta Yaprak Dökümü’ne iki değerli isim daha eklendi.

Gazeteci, Yazar,  Mimar, Akademisyen ve İstanbul aşığı… Aydın Boysan… Kalemi kadar sohbeti de nükteli bir insan…

Tüm öğrencilerimle tanıştığımda Doğan Hasol’un, “Mimarlar dik durur” kitabını tavsiye eder orada Aydın  Boysan’ın mimarlıkta başına gelenleri bazen kendi inşaat öykülerimle özdeşleştirip anlatırdım.

Mesleğinde, mizahi kişilğinde ciddi, İstanbul’a duyarlı-özellikle de kenar mahalle yaşamı ve önemini vurgulayarak- çok okuyan çok yazan çok özel bir insandı. İstanbul’un sadece Beyoğlu olmadığını vurgulayarak Samatya, Kocamustafapaşa, Yedikule Rum Meyhaneleriyle de derin bir harmana sokan usta bir kalemdi. Mimarların geçmişe ve mekanlarına ilgisi vazgeçilmez gerçekleridir. Çünkü geçmiş geleceğin rehberidir. İşte Aydın Ağbi bu birikimlerinin rahatlığıyla entelektüel dost sohbetlerini çok güzelleştirirdi. Ne üzücü ki o dolu dolu sohbetlerine, bilgisine, anılarına değil de içki haline takılanlar oldu. Niye hep bir haline takılır insanlar ve o hep kötü yanıdır bilmem. 

İçki… Mizah, anılar, yaşama sevincine katılınca içmenin neresi kötü ki? İçen insan sadece kendine zarar veren bir mükemmelliyetçi ruhtur.  Doğru mu hayır tabii, ancak her güzelin bir kusuru vardır görmezden  gelinmesi gereken.

Hele de bağımlılıkların en masumu da alkol kalmışken. Tüm İstanbul her gece kovalarla içerken … Atık sulardan anlaşıldığı üzere Beyoğlu’nda bağımlılığın arttığı kanıtlanırken. Ben yapmam o yapar. Var mı bir mantık anlamadım. Donatılmış bilinçli bir hayat tüm özverilerle… Bırakın ya hiç anlayamadım bu tüü kakayı.

O kaleme keyifle aldığı; İstanbul Esintileri , Nereye Gitti İstanbul? Doksan Beş Yıldan Serpintiler’i okumadıysanız, atlamayın. Okuyun, gülümseyin, sadece hicivli asil iğnemelerini hatırlayın. Çünkü Kanyon, Nurol AVM onun mimari yapılarının yıkılarak üzerine yapılan birimlerdir. Zaman böyle nankördür işte. 

Aydın Ağbi şöyle der; “Ben Sıraselviler’in selvilerini görmedim, ama Şişli Sıracevizler’in ceviz ağaçlarını, bilirim. Şişli-Zincirlikuyu arasının, dut bahçeleriyle dolu olduğunu, bilirim. Şimdi Taksim’de İnönü Gezisi olan yerde, görkemli bir kışla binası olduğunu, bu kışla avlusunda İstanbul’daki futbol milli maçlarının yapıldığı tek stadyumumuz olduğunu bilirim...”

“Yedikule marulunun, Kanlıca yoğurdunun, Beykoz paçasının lezzetini unutmam. At kuyruğu kılından olta yapmayı bilirim. Topkapı Surları dışında hemen bağların başladığını, beş kuruş verip bağın kapısından girenin patlayıncaya kadar üzüm yemeye izinli olduğunu bilirim.”

“Palamut yiyenlerin ağzının tadını bilmezlikle aşağılandığı zamanları bilirim. Lezzetli ve ucuz balık bolluğu yüzünden, tutumlu insanlar çarşısı Samatya’da levrek ve kalkanların bütün olarak, nefis kılıç balıklarının ise dilimlenerek satıldığını bilirim. Bu nedenlerle, İstanbul’un Samatya ve benzeri semtlerinde kebap denen yiyeceğin tanınmadığını bilirim.” 

Düşünün bakiim siz İstanbul’u nasıl bilirsiniz?

Bu hafta sanatsız, tiyatrosuz, insansız, yeniliksiz düşünemeyeceğimiz değerler arasında bir başka ismi daha kaybettik 

Münir Özkül, Bakırköy’ümüzde bir paşa torunu olarak doğmuş ve çocukluğu boyunca mahçup, içine dönük bir karakter olmuş. 

İstanbul Erkek Lisesi’nde okuduğu yıllarda gündüzleri sürekli okuldan kaçıp, Bakırköy’ün meşhur Miltiyadi sinemasında Amerikan ve Fransız filmleri izleyip, geceleri de aynı sahnede oyunlara alkış tutarmış. İsmail Dübüllü’ye hayran o sessiz, içine kapanık çocuğun tanıdığımız  cesur, tutkulu hale gelmesine yol açan Bakırköy Halkevi günleri,  daha sonra İstanbul Devlet Tiyatrosu oyunculuğu, Ankara Devlet Tiyatrosu kendiyle başlayıp kendinde biten boomerang etkisiyle yıllarca başarıya götürmüş Münir Özkul’u… 

Yufka yürekli baba tiplemesiyle, Hababam Sınıfı’nı dize getirip, Damat Ferit’e tatlı tatlı kızarak nasihat veren Mahmut Hoca olarak hep kalplerimizde kalacak... Hüzün verici olan Hababam Sınıfı’nı izlerken yapı taşlarını bir bir kaybetmemiz.

Sinemada sadce Adile Naşit’in eşiyken, özel hayatında bir çok evlilik yapmasına kızı Güner ‘’Babam evlenmekten değil, boşanamamaktan korkar’’  demiş. 

2003 yılında Münir Özkul’a demans -hafıza kaybı- teşhisi konulduğundan sonra evinden çıkmak, birileriyle görüşmek istemeyen sanatçı, her filminde babacan tavırlarıyla, gözlerinin  içi gülen gözleri, gülüşü gerçekmiş gibi hafızalarımızda hep yaşayacak. Ustalar gider, biz hâlâ konuşuruz…

İnsanların sanki mahşerdeymiş gibi çoğalmasıyla diye söze başlayıp,  son yıllarda İstanbul’u Kebap Öncesi- Kebap Sonrası diye ayıran Aydın Boysan’a, kişiliği sanatıyla kalplerimizde özel bir yer kuran Münir Özkul’a  “Allah’tan rahmet” diliyorum. Arka arkaya gelen günlerde iki cenazenin camide ki farklı kalabalığına da bakınca aklıma Ali Koç’un lafı geldi; “Karpuz gibi ortadan ayrılmışız.” 

***

Böyle işte arkadaşlar,

Hayatlar başlıyor hayatlar sona eriyor. Bize devam eden bir yaşam…Pik yapanlar dibe vuranlar… Harika hayatlar… Sürenler bitenler…

İşte bu kafayla hafta içi yaşayan efsane MFÖ konserine gittim, geçmişi, gelecekle yakalayıp unutulmayan gecelerde bizimle buluşturan Zorlu Sahne Sanatları’na teşekkür ederek…

(Değerler kaybedilince insanoğlu daha bir dank içinde olur ya.) Mazhar-Fuat-Özkan 50 yıllık başarılı müzik geçmişleriyle hala enerjik, hala sempatik ve hala yaşam doluydular. Akustik performanlarına ikinci bölümde eklenen orkestrayla bizi çok gerilere götürüp götürüp getirdiler. Üç ses söylemenin güzelliği ile keyiflendiler keyiflendirdiler. Özkan her zaman ki gibi grubun neşesi, Mazhar o tok sesiyle ışık dolu, Fuat ise asil tavrıyla bizi- genci yaşlısıyla- aynı zincirin halkasına eklediler.

Hazzın huzuruyla Zorlu’dan ayrılırken, mutluluğun sarhoşluğu içinde ne iş, ne fatura, ne dünyayı umursamadan mışıl mışıl uyudum.

Hayat bu işte! Ölüm ve Yaşam dip dibe.