Eskiden yün çileleri vardı. En çok orlonu hatırlıyorum.
Annem iki elimi robokop gibi tutmamı emreder… Emreder diyorum, sıkıysa yapma kaçışın yok.
Tutacaksın.
Dersin olabilir, istemiyor olabilirsin.
Hayır.
Tutacaksın.
Paralel tuttuğun ellerine, dairesel yün çilesini takardı patron.
Dakikalarca elimizi sarmal hareketler yaparak, onun çileyi top yapmasına kolaylık sağlardık.
Nefret ederdim.
Hele bir de çile zıvanadan çıkar da yün karıştı mı…
Vay geldi haline.
Bu sefer anamın saatlerce açmasını beklerdik.
Ama güven vardı.
Cileyi açardı o kadın…
Ne yapar eder çile isyanına yenik düşer, açılırdı…
…..
Çok değil… topu topu bir ay önce, çözüm sürecinde ki Hakkari dağlarının dört mevsimi yaşayan dağlarında, bir hafta çadırlarda kaldık.
Yeşilin bin tonu, barış kokan karlı tepeler, birbirimize huzur veren bakışlar attığımız arkadaşlarımla, tepeye, taa tepeye çıkma keyfi…
Şarıl şarıl akarak, insanoğlunun önleyemediği pis duygularını,tepelerden toprağa gömen, içtiğinde dişlere trampet çaldıran güzelim su…
Kulaklarımda “Ey su ak su berrak su, ey dağların kırların…” diye devam eden, anamın söylediği şarkı …
Yürüyüşümüze eşlik eden kelebekler, türlerine sadece Cilo’larda rastlayabileceğimiz bitki türleri.
Cömert tabiatana…
Çadır toplayıp yayma işkencesinden başka tasamız yok.
Elektrik yok, telefon yok, kavga yok, döğüş yok, hırs yok, düşmanlık yok.
Hele de…
Paranın hükmü hiç yok.
Doğanın barışına teslim olmuş 21 kişi…
Çok güzeldi.
Çok ama çok güzeldi.
Sonra…
Sonra nooldu?
Biri umut kalelerimizi koca ayaklarıyla ezdi geçti.
Yıkıldı bir bir burçları…
Terör denilen dünyanın en nefret kelimesi girdi hayatımıza…
Öyle bir girdi ki; Analar ortamın şaşkınlığını anlayamadan, evlere hergün ateşler düştü.
Endişeler tutuştu.
Yürekler kavruldu.
Terör aldı başını gitti.
Çok hızlı…Ankara- İstanbul treni kadar hızlı…
Bir gazeteci abimiz; “Bizler gazeteciyiz, bir şeyler bildiğimizi zannederiz ama olanı biteni biz de anlayamıyoruz.” demiş. Doğru demiş.
Çevrecilere copla müdahele, tomalarla su…
Gençleri yalın kaçışı alkol, uyuşturucu…
Çıldırmış Amazon kadınları, onlardan pısan hızla gay olmayı tercih eden erkekler…
Hiçbirşey yokmuş gibi davranan sosyete…
Boğaziçi gibi bir üniversitenin Kız Öğrenci Yurdu’na elini kolunu sallayarak giren tacizciler…
Taksim’i ve İstanbul’un diğer ilçelerini Arap ülkesine çeviren kiracı mı evsahibimi dedirten manzaralar…
Sokaklar Suriye sığınmacılarının yatakhanesi…
Dışarıda rezil olmuşuz…
Kredi ve kredi kartları borcu insanı ipe götürecek boyutlarda…
Döviz tırmandıkça tırmanıyor…
İşsizlik çarşı pazar fiyatları…
Aldatmacalar…
Açgözlülük, hırs, inadın gözünü döndürdüğü insan kümeleri…
Kanımıza işleyen öfkeler bireysel çözümlere gitmiş.
Anlayamıyoruz.
Çözemiyoruz.
Kurulabilecek ama kurulamayan hükümet, al takke ver külah animasyonlar, başta Aksaray olmak üzere, trafiğinin önlenemez delirtisi, sınırlara hayde bre operasyonlar ama nedense içeride cirit atan terörün cüreti…
Herkesi endişeye garkeden terör…
Kınamalar kınamalar kınamalar…
Bunu öğrenen yavrular,
Kınar kınar kınar…
Barış özlemi yavaş yavaş umutsuzluğa dönüşüyor.
Sadece ıslah edilmeyi bekleyen Kadıköy’de ki Kurbağalıdere köpürmez ya…
Biz de leş gibi kokuyoruz.
Mutsuzuz.
Fitil gibiyiz.
Köpürüyoruz.
Ama… yorgunuz da. Bıkkınız da.
Kolumuzu kaldıracak halimiz de yok.
Hani; Ölü toprağı örtülmüş gibi derler ya…
“Bir kör düğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban”