“Şeytan Taşlamaktan Namaz Kılmaya Vakit Bulamıyoruz,” denilmiştir. 
Zaman zaman bizler de başkaları gibi, günlük vaka’lara dalıyor, ister istemez, polemiklere giriyor, asıl yapmamız gerekenleri ihmal ediyoruz. 
Hafta’nın iki günü, (Cuma-Pazartesi) fizîkî (basılı kağıt) olarak onbinlerin, sanal ortamda, en az seksen-yüzbin kişinin karşısında olan bizim, bu okuyucularımız ve ta’kipçilerimize bundan daha fazla mükellefiyetimiz ve daha fazla mes’ûliyetimiz vardır.
Haber vermek, bilgi aktarmak gibi... 
Diğer taraf’tan, yaz aylarında, uzun günler’de, okuma alışkanlığı’nın belli bir süre ta’til edildiği günler’de, okuyucularımızı stres’e sokmayacak, derin huzur duyacakları ve pek faydalı bilgiler edinebilecekleri konuları, işleme niyetindeyiz. 
Efendim, 50 küsûr yıl önce, bir İzmir seyahatimizde, o zamanlar, İzmir İli’ne bağlı, muhtarlık bir köy olan Balçova’ya da uğramıştık. Balçova, daha sonraki yıllar’da, nüfus artışına paralel olarak, önce belediye teşkilatı kurulup, kasaba haline getirildi, daha sonra da İzmir İli’nin ilçesi haline getirildi. Büyükşehir Kanununun kabulünden sonra da, İzmir Büyükşehir’in, en büyük merkez ilçe’lerinden birisi haline geldi. 
Balçova, ilkel bir Termal Kaplıca’ya sahipti. Sadece İzmir’de değil, bütün Ege bölgesinde, hattâ Ege’lilerin “Kırlık” dedikleri, Konya, Afyon, Isparta illerinde de tanınan tarihî bir köy’dü. 
Köy’ün küçük, fakat yüzükkaşı kadar zarif, güzel bir cami’i vardı. Köye, Konak’tan kalkan minibüs’lerle ulaşılabiliniyordu. Yolcu sayısı az olduğu için, köy’den iki saatte bir, bir minibüs hareket ediyordu. Minibüs’ün hareketine bir hayli zaman olduğu için, bu vakti, köy’ün küçük cami’inde geçereyim, dedim. Cami’i’de rahle üzerinde, cildi bir hayli yıpranmış bir Kur’ân-ı Kerim vardı. Kur’ân-ı Kerim’i elime aldığımda, merakla baskı yeri ve baskı tarihine bakmak istedim. Baskı yeri ve baskı tarihini taşıyan sahife düşmüş olmalı ki, yoktu. Cilt kapağı arasındaki karton’larda ba’zı notlar vardı. 
Bu not’lar arasında, Osmanlıca olarak, şu beyit de vardı: 
“Bu Gamlar ki Baîrin Başına konsa,
Çıkâr Kâfir Cehennemden, güler, Ehli Tevhîd Oynar..”
Bu beyit hakkındaki muta’la’ya geçmeden, öncelikle bir hususu belirtelim. Eskiler, çok önemli buldukları ba’zı notları, Kur’ân-ı Kerim kapaklarına, diğer Kütüb-ü Diniyye cilt kapakları arasına kaydetmekteydiler. 
Zaman zaman, sahaf’lar’dan aldığımız Arapça-Osmanlıca kitapların ilk önce cilt kapakları arasına bakıyor, kısa notlar’dan bir şeyler anlamaya çalışıyoruz. Kütüphane’min en mu’tenâ eserlerinden, 8 cilt’lik, İmam Muhammed, el-Râzî, Fahruddîn, İbn-i Allâme Ziyâeddîn Ömer, el-Meşhûr bi Hatîbi, R-Rey’im eseri, Tefsir-i Kebîr’in, baskı tarihi 27 Seferu’l-Hayr, 1307 Hicrî, İstanbul Matbaa-i Âmire..
Yâni, İstanbul’da, 127 yıl önce bastırılmış bu eser’in bile kapak ciltleri arasında, muhtelif tarih’lerde düşülmüş önemli notlar mevcud.. Bâzı cilt’lerin kapak araları sanki, günlük kasa defteri gibi, kuruş kuruş, harcamalar yazılmış vaziyette... 
Her neyse biz dönelim beyt’e... 
Çok yakın bir tarihe kadar biz bu beyt’in anonim olduğunu zannediyorduk. Bilindiği gibi, şiir’in, beyit’lerin, noktalamaların altında şâir’in has ismi veya bilinen mahlası yoksa, anonim deniliyor. 
Bilindiği gibi, önemli şâir’lerin, bilhassa şâir sultan’ların herbirinin  bir mahlası vardır; Fatih Sultan Muhammed Han, Şiir’lerini, Avnî, Kanûnî Sultan Süleyman Han, Muhibbî, Sultan Selim Han, Adlî, Şah İsmâil de Hatâî mahlası ile yazmışlardır. 
Bu beyti her kim yazmışsa, Kur’ân-ı Kerim, A’raf Sûresi’nin, 40. âyet-i Kerimesine bir nazîre olarak yazıldığı anlaşılmaktadır. Şöyle ki, Cenab-ı Hakk bu ayeti Kerime’de, “Bizim âyet’lerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyceklerdir! Suçlu’ları işte böyle cezalandırırız” (A’raf 7/40) 
(Bu âyetteki “Cemel” kelimesini pek meşhûr olmayan kıraat şekillerine dayanarak Kur’ân-ı Kerim’deki eşsiz edebî tasvire uygun düşmediğini, deve ile iğne deliği arasında bir münasebet bulunmadığını ileri sürenler vardır. Bunun için bu kelime’nin diğer kıraatteki “kalın ip” yâni halat ma’nasını tercih ederler. 
Ancak, umumun kıraatı göz önüne alınarak “deve” ma’nası tercih edilmiştir. 
Deve’nin iğne deliğinden geçmesi “imkânsızlık” bildirir. Buna göre âyet-i Kerime’nin ma’nası “Onlar aslâ cennete giremezler” demektir. 
Belli ki, şâir bu beyti bu âyet-i Kerime’ye nazîre olarak yazmıştır. 
“Bu Gamlar ki Bâir’in Başına konsa, 
Çıkar Kâfir Cehennem’den Güler, Ehl-i Tevhîd Oynar...”
Günümüz Türçesi şudur: 
“Benim başıma gelen gam ve hüzünler deve’nin başına gelseydi, deve üzüntüden ipliğe dönerdi. Bu takdirde bütün kâfirler cehennem’den çıkar, Tevhid ehli olanlar da buna gülerdi...”
Bu âyeti Kerime’nin tefsiri zımnında, 20. Asr’ın büyük müfessiri, büyük âlim, Elmalı’lı, Muhammed Hamdi Yazır Merhûm şöyle demiştir: 
“Şu muhakkak ki, âyet’lerimizi tekzip edenler-hayrı şerri hakkı, bâtılı, mazinin neticelerini istikbal’deki hallerinin gerektirdiklerini açıktan açığa gösteren, bütün delilleri ve işâretleri yalan çıkarmaya çalışanlar ve onlardan kendilerini daha yüksek farzedip, bunları nazar-ı i’tibâra almaya tenezzül etmek istemeyenler yok mu? Bunlara sema kapıları açılmaz; -Ruhları yükselmez, biraz fırlasalar bile yükseklere nüfuz edemezler, esrar-ı Melekûta eremezler, düşerler, du’a ve niyazları reddolunur. Üzerlerine feyiz ve bereket inmez. Ve cennete giremezler. Tâ ki, deve iğnenin deliğine girinceye kadar.- Diğer bir ma’na ile: Halat iğnenin deliğine girinceye kadar. –Çünkü “CEMEL” ma’lum olduğu üzere “deve” ma’nasına geldiği gibi urgan ve halat ma’nasına da gelir ki “CÜMMEL”, “CÜMEL” VE “CÜMÜL” dahî denilir. 
Ba’zı müfessir’lerin halatın ipliğe bir nev’i benzemesine, binâenaleyh, iğneye deveden ziyâde bir münasebetine nazaran ikinci ma’nayı tercih etmişlerse de ekserî tefsirciler evvelki ma’nayı tercih ederler. Zirâ, her iki ma’na’nın ikisine de göre de bu bir darb-i meseldir ki bizim Türkçe’mizde “Balık Kavağa Çıkıncaya Kadar”, darb-i meselimiz gibi bir şeyin muhale ta’likini ifade eder. (Türkçe’mizde, asla olmayacak, olmasına imkân ve ihtimal bulunmayan bir şeyi ifade etmek için, muhalin bir ifadesi olarak “Balık Kavağa Çıkıncaya kadar bu iş olmaz,” demek (vukuu, âdeten mümkün olmayan şeyler için kullanılır.) Bu nokta-i Nazardan evvelki ma’na daha beliğ’dir (belâgatlıdır). Çünkü örf’den iğne deliği küçüklükte deve büyüklükte meseldir. Bir şeyin ufaklığında mübalağa edileceğinde (abartılacağı zaman) “İğne deliği gibi” denilir. 
İrilikte mübâlağa için de (abartmak için) “deve” gibi denilir. 
Bâhusus Arap dilinde bu pek ma’ruftur. Halat dahî misal olabilirse de deve kadar mesel değildir. Bu bakımdan olmayacak bir şeyi anlatmak için; irilikte mesel olan deve’nin, incelikte mesel olan iğne deliğine girmesiyle darb-ı mesel şüphesiz ki daha beliğdir (belâgatlıdır). Bir de deve girebileceği yere kendi girer. Halat ise gireceği yere bir başkasının müdahalesiyle girer. İmdi, devenin iriliğinden başka bizâtihî hareket eden bir hayat sahibi olması, sonra boynu, örgücü, ayaklarıyla hususî şekil dahî bütün acâyipliği ile göz önüne getirildiği zaman, iğne deliğine girmesine fikrî istib’ad (fikrî uzaklık) ve hayâl-i muhal öyle bir kuvvetle tebârüz eder ki bu kuvvet halat’da yoktur. Hasılı, her iki takdirde de, ma’nâ, o kâfir’lerin girememelerinin bir gâye-i müddet ile sınırlandırılması değil, onun muhal gibi müsteb’ad ve hattâ Hükm-i İlâhî ile muhal olduğunu açık bir temsil ile anlatmaktadır. Binâenaleyh, deve’nin iğne deliğinden geçmesi haddi zâtında mümkün müdür değil midir diye ba’zı mülhid’lerin (inkârcıların) yaptığı gibi beyhûde münakaşalara da dalmaya lüzum yoktur.”
Efendim, tam elli yıl, dile kolay! Ben, bu beyti anonim bir beyit olarak ve maalesef, hatalı okunuşu ve yazılışı ile, yazılarda kullandım, hitâbe’lerimde kullandım. Hele, geçtiğimiz onlarca yıllar içinde, memleketimizde, “Dinler arası diyâlog”, fırtınasının estirildiği, kimi müfessir taslaklarının, hıristiyan, yahûdî, mecûsî, putperest kim varsa cennete gireceklerini söyleyip, yazmaya başladıklarında, A’raf Sûresi’nin, 40. âyet-i Kerimesi’nin izâhı zımnında bu beyti çok sıkça kullandım. Tabiî ki, hatalı olarak... 
Tâki, elime, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın, aylık olarak neşrettiği, “DİYÂNET” adlı derginin Haziran 2013 tarih ve 270. sayısı geçinceye kadar... 
Dergiyi dikkatlice incelerken, Değerli Araştırmacı Vedat Ali Tok Bey’in Fuzûlî’den Bir Berceste Serlevhası altında kısa bir inceleme yazısına muttalî oldum. İlk satırlar, benim yıllarca yanlış kullandığım beyte ait idi. Üstelik, benim anonim zannettiğim beyit, anonim değil, Divan Edebiyatımızın zirvesi kabul edilen Fuzûlî’ye aitti. 
Beyt’in doğrusu ise şudur: 
Bu gamlar kim benim vardır baîrin başına koysan 
Çıkar kâfir cehennemden güler ehl-i azap oynar...