TBMM’sinde, 2. dönemden itibaren 14 Mayıs 1950 yılına kadar fasılasız, Van Meb’usu olarak hizmet veren Merhûm İbrahim Arvas, hatıratını “Tarihî Hakîkatler” adıyla 1965 tarihinde, Ankara-Yargıçoğlu Matbaası’nda bastırmıştır; Tamamı, 75 sahifeden ibâret bu çok kıymettâr hâtırât, 27 fasıl’da, bizzat yaşanmış, görgüye dayalı, şatafatı, ağdası olmayan, devrinin ağdalı edebiyat diline nazaran, Anadolu İnsanı’nın arı-duru Türkçesiyle kaleme alınmış ve hatalı bile olsa mahallî şiveler bile değiştirilmemiştir. Meselâ, “Kalabalığı”, Merhûm “Galabalık” olarak ifade etmektedir. Merhûm İbrahim Arvas Bey’in içinde bulunduğu, bizzat yaşadığı, bilgisine ve görgüsüne dayanan ba’zı hâdiseler, günümüzde hâlâ memleketimizin bir numaralı mes’elesi olarak tartışılmaktadır. Bu bakımdan, Merhûm İbrahim Arvas Bey’in görüşlerine bir şey ilâve etmeden belki ba’zı ağdalı, günümüzde konuşulan Türkçe’ye göre ağır kelimeleri, parantez içerisinde günümüzde konuşulan kelimelerle parantez içerisinde değiştirerek vermeye gayret edeceğiz. “Bendeniz, İkinci TBMM’sinde, Rumeli ve Anadolu Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti namına Van Meb’usu seçilerek, henüz Ankara’ya hareket etmeden pek enteresan bir vak’a ile karşılaştım. Hemşehrilerimiz, bütün Van halkı bizleri, yâni Van Meb’usu olarak ihtihab olunanları teşçî ederken (uğurlarken), artık ayrılacağımız kavşakta karşılıklı nutuklar atıldı, halkın arasından hatipler elleriyle işâret ederek, “Hepiniz bu memleketin evladısınız, görüyorsunuz ki, Van’ımız harabezara (harabe’ye) dönmüştür. Artık, elinizi vicdanınıza koyunuz da memleketimizi imar etmek üzere bize dörtyüzbin lira tahsisat (ödenek) alınız. Bunu aslâ ihmal etmeyesiniz. Sizlerden istirhamımız budur” dediler. Birinci dönem’de meb’us iken ikinci dönem’de de yeniden intihab olunan, Van Meb’usu Hakkı Bey cevâben, “İlk işimiz Van ve ilçe’leri için asgarî dörtyüzbin TL. bir tahsisatın çıkartılması olacaktır; biz kardeş değil miyiz? Kat’iyyen müsterih olunuz, bu iş olacaktır.” dedi. Hakkı Bey kıdemli olduğu için kendi adına hem de bizim namımıza cevap vermiş oldu. Bizler, Ankara’ya müteveccihen yola revan olduk. Ankara’ya ulaştıktan sonra bir-kaç ay hiç bahsedilmeyen bu iş için artık dayanamayarak, bizlerden daha kıdemli olan Van Meb’usu Hakkı Bey’e hatırlattım. Dedim ki, “Hakkı Bey, bu bir kanun işidir, kanun da ancak teklif vermekle mümkün olacaktır, tabî ki kolay olmayacak, Meclis Encümenlerinde bir hayli bekletilecek şimdiden teşebbüs edersek ancak bahara bu işi çıkarabiliriz; toplanalım da kanun teklifini tanzim edelim.” Aradan bir-kaç hafta geçti toplantı yapılamadı. Münip Bey’e tekrar hatırlattım, Münip Bey, “Canımefendim, bir gün toplanırız, bu işin o kadar acelesi yok,” dedi. Kânî oldum ki, bunlar bu teklifi yapmayacaklar. Bunun üzerine bendeniz re’sen (kendi başıma) bir teklif kaleme aldım, diğer meb’us arkadaşlara imza ettirmeye başladım. Diğer Van Meb’usu arkadaşlar bunu haber alınca, “İmza ettirdiğin teklif neyi ihtiva (içermek) etmektedir?” diye sormaya başladılar. Ben de “Vaad’ettiğimiz dörtyüzbin lira hakkındaki kanun teklifidir,” dedim. “Biz olmadan böyle bir teklifi nasıl yaparsınız?” dediler. Bendeniz de kendilerine “Siz buyurunuz, ilk öncüler olarak sizler imza ediniz teklifte en başta sizlerin imzanız için boş yer bıraktım,” dedim. “Bizler, kat’iyyetle imza etmeyeceğiz,” dediler. Ben de, “Öyleyse, teklifi ben yalnız vereyim, bu teâmül TBMM’sinde câridir, diğer meb’uslar da bunu sık sık yapıyorlar,” dedim. “Bu takdirde, senin teklifin kanunlaştığında, halk sana karşı teveccüh ve muhabbet izhâr ederler, bizler de halkın nazarında zor duruma düşeriz” dediler. Hakkı ve Münip beylere “Öyleyse sizler niçin imza etmiyorsunuz?” dediğimde, ikisi de birden, “Bizim para alacak kimsemiz yoktur, yalnız Münip Bey’in kardeşi Abdurrahman Bey vardır; O’da zengindir, o’na da bir şey vermezler. Siz bu teklifi tek başınıza yaparsanız biz bütün mevcudiyyetimizle aleyhinize cephe alırız,” dediler. Ben de kendilerine, “Bu yaptığınız elbet hemşehrilerimize anlatacağım, bu da benim vad’im olsun” dedim. Bendeniz bu vak’ayı Van’daki dost ve hemşehrilerimize anlattığım zaman “Biz onların ne kadar vicdanlı olduklarını biliriz, bizlere onlardan asla hayır gelmez,” dediler. FASIL 16: İkinci gruptan yâni Hüseyin Avni Ulaş grubundan hiçbir kimse meb’us intihab olunmamıştı, böylece muhalefet zâhiren hitam bulmuş (sona ermiş) gibiydi. Ama, İkinci Meclis’in içinde yine de başka bir muhalefet partisi tebellür etti. (Terakkîperver Fırka) namı altında, Reis-i Umûmî’si (Genel Başkanı), Kazım Karabekir’di. Mâruf simalardan Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Paşa, Ca’fer Tayyar Paşa, Rüştü Paşa, İsmail Canbolat ve başkalarından terekküp bu parti’nin sözcüleri kanunları şiddetle tenkid eder ve Meclis müzekerâtı (müzâkereleri) çok sert bir şekilde cereyan ederdi. Bu vaziyet karşısında Meclis’in geleceğinden endişe edenler vardı. Bu Meclis bu vaziyette çok yaşamayacak ve ömrü-tabî’îsini bitiremeyecekti... Fakat Şeyh Sait İsyanı’nın sebeplerinin de Terakkîperver’lerin bu sert münakaşalarından ve matbuatın çok acı tenkidlerinden ileri geldiği kanaatinde olanlar çok idi. Kabine aza’larından hepsi bu kanatta idiler. Recep Peker’in Dahiliye Vekâleti zamanında zuhura geldi. Yedi-Sekizyüz kişi düğüne dâvetli ve hepsi de gelen isyanın sebebi hakîkisi şu idi. Şeyh Said, evinde silahlı olduğu halde on beş kişilik bir müfreze bir küçük zâbit kumandasında, mahkeme tarafından istenilen ba’zı adamları köylerinde aramışlar, hepsinin de Şeyh Said’in düğününde olduklarını öğrenmişlerdi. Ve doğruca Şeyh Said’in evine gelerek müttehem (itham olunan) adamları istemişlerdi. Şeyh Said bunlara hitaben, “Siz iki-üç gün benim misafirim kalınız, bu kalabalık dağıldıktan sonra bunları o vakit size teslim ederim, alıp götürürsünüz,” demiş. Şimdi burada yedi-sekizyüz silahlı insan topluluğu var, hepsi de birbirlerinin hısımlarıdır, akrabalarıdır. Siz bunları zorla götürmeye kalktınız mı, korkarım ki bir niza olur ve nâhoş bir netice verir. Sizden istirham ederim, üç gün sabırlı olun, arzunuz tamamiyle yerine getirilir,” demişse de, rütbesi küçük zâbit, “Hayır! Ben emir aldım, bunları hemen götüreceğim, aslâ bekleyemem.” Emrindeki askerlerle birlikte, düğün yerine gider, “Haydi bakalım! Düşün önüme, mahkeme sizi istiyor, derhal gideceğiz” der. Orada bulunanlar, “Kumandan bey, “Düğün bitsin, hemen geliriz, düğünü yarıda bırakmak ayıp olur,” derler. Bu minval üzere devam eden münakaşa müsâdeme’ye dönmüş (karşılıklı çarpışma) silahlar patlamış her iki taraftan ölüler ve yaralılar vardır. Şeyh Said, “kendi evinde asker ve zâbit vuruldu” diye telâşa kapılmış ve dağ başındaki köyüne çekilmiş. Bu sefer de Şeyh Said’i götürmeye gelen kuvvetle Şeyh Said’in adamları arasında müsademe başlamış ölenler, yaralananlar olmuş, iş büyümüş, isyan da bu şekilde başlamış!... Fakat, Şeyh Said İsyanı hiç bir zaman Şark illerimize sirayet etmedi. Başta Van vilâyetimiz olduğu halde, Şark’ın hiçbir vilâyet, kaza ve köylerine sirayet etmedi. Ancak Çapakçur Kazası bütün köyleriyle beraber, Şeyh Said’e iltihak etti. Bunlar da kâmilen Zaza’dırlar. İleri de bu bahse avdet edeceğim İnşaÂllah!..