Benî Temim Kabilesi, diğer Mudârî’ler gibi ancak Hicrî dokuzuncu senede iman şerefiyle şerefyab olmuşlardı. Daha önce iman etmiş olan Huzâî’lerden Benî Ka’b’ın sadakalarını, yâni zekât’larını toplamak üzere, Resûlü’llâh sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Bişr İbn-i Süfyan-ı Adevî radiyallâhu anh’i göndermişlerdi. Aynı yerde iskân eden Benî Temim komşularını da zekât vermekten men’edip, “Bir tek deve’nin bile buradan çıkmasına râzî değiliz,” dediler.
Zekât Âmili (Tahsildarı), Bisr’in avdetinden sonra Resûlü’llâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Uyeyne İbn-i Hısn-i Fezârî radiyallâhu anh’i-içlerine hiçbir Muhâciri ve Ensarı dâhil etmedikleri elli suvari ile üzerlerine gönderdiler. Fezârî, kendilerini apansız baskına uğratıp 11 erkek, 21 kadın ve 30’u çocuk olmak üzere esir alıp Medine’ye döndü.
Bu def’a bu esir’leri kurtarmak ve Yüce İslâm dini hakkında tahkikatta bulunmak üzere Medine’ye gelmişlerdi.
Huzur-u Resûlü’llah’a gelindiğinde nasıl davranılacağı hususunda bilgileri, âdap ve erkân-ı muâşeretten haberleri yoktu. İnsanlık nezâket ve zarâfetinden nasipleri bulunmayan bu kaba saba insanlar, Kur’ân-ı Kerim’deki Hucurat Sûresi 2, 3, 4. ve 5. âyet-i Kerime’lerin nüzulüne sebep olmuşlardır ki, meâlleri şöyledir: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz, farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurat 49/2)
“Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz, Allah’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (Hucurat 49/3)
“(Resûlüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir.” (Hucurat 49/4)
“Eğer onlar sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat 49/5)
Siyercilerin hemen hemen tamamının görüşüne göre, Mescid-i Nebeviyye’de bağırıp çağıranlar, yukarıda da ifade olunduğu üzere, Beni Temim Kabilesi’nden yetmiş seksen kişi arasında, başlıcaları, Zibrikan İbn-i Bedr, Utarid İbn-i Hâcib, İbn-i Zürare, Kays İbn-i Âsım, Kays İbn-i Hâris Amr İbn-i Ehtem ve Akr’a İbn-i Habîs idiler. Bunlar Medine’ye vâsıl olduklarında, vakit öğleye doğruydu ve güneş tam da hadd-ü istivâ’da idi. Ortalık çok sıcaktı. Mescid-i Nebevî’ye girdiklerinde Resûl-i Ekrem henüz Hücre-i Saadet’lerinden birisinde istirahat buyuruyorlardı.
Bunun üzerine, bu kalabalık gürûh “Yâ Muhammed bize çık,” diye bağırmaya başladılar.
Resûl-i Ekrem, Mescid’de bunların yanına çıktı. İnsanlar da Mescid-i Nebeviyye’de toplanmışlardı. İçlerinden Akr’a İbn-i Hâbis, Yâ Muhammed! “Benim medhim bütün yeryüzüne yayılmıştır,” dedi. Bunun üzerine Resûlü’llâh, “Sana yazıklar olsun! Öyle olan yalnız Allah Teâlâ’dır” buyurdu. Derken, “Biz, bunlar Benî Temim hatiplerimizle, şâirlerimizle sana şiir yarışmasına ve karşılıklı tefâhur’e geldik” dedi.
Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem: “Ben şiir’le gönderilmedim, tefâhûr için de emrolunmadım, fakat haydin bakalım” buyurdu.
Zibrikan aralarından bir gence, haydi bakalım, kavminin faziletlerinden bahset, dedi. İçlerinden bir genç kalktı, “Allah’a hamdolsun ki, bizi bütün yarattıklarının en hayırlısı kıldı ve bize çok mal verdi,” diye ta’kip eden bir hutbe-hitâbe irad etti.
Resûlü’llâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Sâbit İbn-i Kays İbn-i Şemmâs’e -ki Şemmâs Resûl-i Ekrem’in hatibi idi- “Kalk cevap ver,” buyurdu. Sâbit de “O Allah’a hamdolsun ki, biz O’nu methederiz, yalnız ondan yardım isteriz ve ancak O’na iman ederiz,” diye başlayan çok veciz ve müfîd bir hutbe-hitâbe irad etti.
Zibrikan yanında bulunanlardan bir başka gence kalk sen de kavminin faziletlerini anlatan bir kaç beyit söyle dedi.
Biz, çok şerefliyiz, hiçbir canlı kerem ve fazilette bize muadil olamaz. Bizim içimizden reisler ve bizim içimizden dörtte biri bile bölenler vardır, dedi.
Bunun üzerine, Resûl-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem Hassan İbn-i Sâbit’i yanına çağırdı, Hassan, bu gencin söylediklerini bana tekrar et dedi, dinledi ve şöyle cevap verdi.
Pekalâ!! Hassan, sen bundan çok daha güzelini söyleyebilirsin? Öyleyse sen de ona cevap ver.
Daha sonra Hassan, Arap Edebiyyatı’nın en güzel şiir’lerinden, tevhidi, hakkı adaleti terennüm eden beyit’lerden nefis örnekler sundu.
Daha sonra Akr’a İbn-i Habis kalkmış, vallâhi ben bir iş için geldim ve bir şiir söyledim onu dinleteceğim demiş ve şunu söylemiş: Biz sana geldik ki, bütün insanlar bizim faziletimizi öğrenmiş olsun, çünkü biz güzelliklerimizi andığımızda bize muhafelet ediyorlar. Ben bütün köşelerde insanların Reisiyim Necid ve bütün çöllerde. Hazret-i Peygamber Hassan’a, Hassan, kalk cevap ver! buyurdu.
Hassan, uzunca bir şiir okudu. Bunun üzerine Akr’a İbn-i Sâbit, “Vallâhi bilmem bu ne iştir? Hatibimiz söyledi, onların hatibi daha güzel söyledi, şâirimiz söyledi, onların şâiri daha şâir, daha güzel söyledi. Sonra Resûlüllâh’ın huzuruna biraz daha yaklaştı, “Bilirim ve şâhid’lik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve şüphesiz Sen Allah’ın Resûlüsün,” dedi. Hazret-i Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem de “O halde bundan evvel olanlar sana zarar vermez” buyurdu. Ve kendilerine çeşitli ikramlarda bulundu gönüllerini hoş etti. Temim Kabilesi delegasyonundan Amr İbni’l Ehtem’in Zibirkan’a karşı aynı mecliste, hem medih’i, hem de zemm’i aynı mahâretle kullanmasından dolayı tarz-ı beyânından nâşî, “Beyanın sihirli olanı, şiir’in de hikmet olanı vardır,” buyurmuştur.
Bu Utarit İbn-i Hâcib, Peygamber’imizin irtihalinden sonra şeytan’ın aldatmalarına aldanıp, hâşâ Peygamber’lik iddiasındaki “Secâh”a tabi olduysa da bilâhare yine dâire-i İslâm’a avdet etmiş, Secâh hakkında şöyle demiştir:
“Bizim Peygamber, -tâlimize- yakınlık ettiğimiz bir dişi oldu. Nâs’ın enbiyası ise hep erkektir. Öyleyse bütün Nâs’ın Rabbi olan Allah’ın lâneti Secâh ve bizi küfür ile aldatanların üzerine olsun.” Bununla beraber, “Secâh”ta yeniden Dâire-i İslâm’a dönmüştür.
Nice şâirler vardır ki, iki beyitle kitap çapında ma’naları ifade ederler.
Kur’ân-ı Kerim’de, “Şuarâ” adında başlı başına bir sûre vardır.
Bu surede, Şâirler’den bahis buyrulmaktadır. Fakat, daha önce, “Şeytanlar kimin üzerine iner size haber vereyim mi?” Daha önceki âyet’lerde Kur’ân-ı Kerim’in aslâ şeytan’ın ilkaatı olmayacağı anlatılmıştır. Şimdi de şeytan’ların kimler üzerine inecekleri anlatılarak Hazreti Peygamber’in Şahsiyeti Muhammediyelerine şeytan’ların yanaşamayacakları anlatılıyor. Bakınız şeytanlar kimin üzerine inerler. “Her bir Effâki esîm üzerine inerler. Nerede bir effâk: Çok yalancı: Yalan uydurucu: İftiracı sahtekâr. Esîm, günahtan korkmaz, vebâl yüklenici şerîr kimse varsa onlara inerler. Şeytan inmek için evvelâ böyle günah’tan vebâl’den çekinmez, sahteci, şerîr, habis kimseler arar. İkinci olarak onlara kulak verirler. Yânî, vebalden korkmaz sahtekârlar o şeytanların ilkaatına (vesvesesine) kulak verir dinlemek için hazırlanırlar. Ekserisi yalancıdırlar – yâni söylediklerinin ekserisini yalan söylerler.
Şeytanlar onlara bir vehim ve zan ilka eyler (vesvese) verir, onlar da kendi hayallerine göre uydurur, uydurur söylerler. Onun için kâhinlerin sözlerinin ba’zıları rastgele bile, kâhir ekseriyyeti hep yalan çıkar.
Oysa ki, Allah’ın Resûlü’nün bütün ahvali ve akvâli (halleri ve sözleri) aslâ böyle değildir. Mugayyebat’tan verdiği haberlerin tamamı doğru olarak çıkmıştır.
Hazreti Kur’ân’ın İ’cazı hem ma’na ve hem lafız cihetiyle olduğundan nâşi, münkirler ma’nadaki ledünniyatı şeytan ve kâhinlere isnad etmek istedikleri gibi, lafızdaki, nazım’daki güzelliği de şiir kabilinden göstermek istedikleri için her ikisine de reddiye olmak üzere Cenab-ı Hakk, “Şâirler ise onları çapkınlar ve sapkınlar ta’kip ederler”-hakîkat peşinde değiller mücerred hava ve hevesleri peşinde koşan hep zevk ve eğlence arayan şaşkınlar ve azgınlar onların ardına düşerler, “Görmez misin onlar her vâdide dolaşırlar”, -şiirde esas hüküm değil, sadece nefsin hissiyatını zevkini veya istikrahını gıcıklayarak duygusaldır. Onun için şâirler, eğri doğru, iyi ve kötü her mevzua dalar her vadide otlar ve ifadelerde ne kadar hayrete dalarsa o kadar müessir olur. Onun için de her telden çalmak için iyi ve kötü her vadide serbestçe dolaşırlar. “Hem de onlar yapmayacakları şeyleri söylerler.” Sözleri fikirlerini tutmaz ve işte bu iki hasletlerinden dolayı da arkalarına çapkınlar ve sapkınlar düşerler. Bu suretle bunlar şeytânî’dirler.
“Ancak iman edip salih ameller işleyenler (iyi şeyler yapanlar), sözleri hallerine uygun olarak hareket edenler ve Allah’ı çok zikredenler-şiir’lerinin ekserisi tevhîd, Allah’a hamd ve Allah’ı yüceltme, Allah’ı zikir ve Allah’ın yarattıklarından dolayı kudretini hatırlatma ve ilân ile ona itaat edilmesi gerektiğine dâir olanlar, “Ve kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar müstesnâ. İslâm şâirleri, hicivi söylerlerse kendilerine, yâni mü’minlere edilen zulmün öcünü almak, söylenen hicivleri reddeylemek için söylerler. İşte böyle, mü’min, sâlih ve zâkir ve mü’minlere edilen zulmün ve haksızlığın öcünü alan hak müdâfi’i, Abdullah İbn-i Revâha, Hassan İbn-i Sâbit, Ka’b İbn-i Mâlik ve Ka’b İbn-i Zübeyr gibi müslüman şâirleri yukarıda zemolunan ahvalden müstesnâdırlar, bunlar sadıktırlar bunlara tâbî olanlar da azgınlardan değillerdir, “O zulm edenler ise yarın bilecekler hangi bir inkılaba yuvarlanıyorlar-yahud hangi inkılab meydanında yuvarlanacaklar.” Bu cümlenin zalimlere ne kadar şiddetli bir tehdit ifade ettiği âşikardır. Yâni bu gün müslümanlara zulm eden o zalimler bugünkü yaptıkları zulm ile nasıl bir uçuruma yuvarlanmakta olduklarını öldükleri zaman anlayacaklar. Aynı zamanda bu cümle Din-i İslâm’ın Âlemde, zâlimlere karşı yapacağı hak ve adalet inkılabının ehemmiyetini ihtar etmektedir ki, istikbale tealluk eden bu haber-i gaybın ehemmiyeti ortadadır. Onun için maziden bunu izah edecek bir misal, gelen sûredeki hârikalarla izah olunarak istikbâl tebşîr olunacaktır...