Oğuz Çetinoğlu: Kitap, kültürümüzde özel bir yeri ve değeri olan varlık. Giriş mâhiyetinde kitapla ilgili genel bir değerlendirmenizle sohbetimize başlayabilir miyiz?
Dursun Gürlek: Bütün sohbetler elbette ki güzeldir. Hele hele dostlarla yapılıyorsa daha da güzeldir. Buna bir üçüncü madde ekleyelim, bu sohbet kitap üzerineyse güzelin de güzelidir. Çünkü kitap bizim dünyamızın ayrılmaz bir parçasıdır. Eskilerin deyimiyle, ‘Kitap ile insan birbirinin lazım-ı gayrı mufarıkıdır.’ Yani kitap ile insan ayrılması mümkün olmayan iki unsurdur. Kitap ile insan arasındaki ilişki son derece önemlidir. Mesela eskiler derler ki, ‘Tarih ile edebiyat birbirlerinin lazım-ı gayrı mufarıkıdır.’ Yani ayrılması mümkün olmayan iki parçasıdır. Aynen bunun gibi insan da kitap da ayrılması mümkün olmayan bir bütündür. Kitabın tarihi de, insanın dünyaya geliş tarihi kadar eskidir.
Kimdi ilk insan? Hz. Adem. Ona kitap verildi mi? Verildi. O kitaba ‘Suhuf’ diyoruz. ‘Sahifeler’ demek. İşte ilk insanla ilk kitap başlıyor. Sayfalar günümüze kadar gelmiş.
Mesela ‘sahhaf ‘ diyoruz değil mi efendim. Sayfayla alakalıdır sahaf kelimesi. Doğrusu ‘Sahhaf’tır. Sahaf, ‘galat-ı meşhur’dur, Yerleşmiş yanlıştır. Biz de kullanıyoruz ama dediğim gibi, galat-ı meşhurdur. O bakımdan insanlık tarihi kadar kitabın tarihinin de eski olduğunu görüyoruz.
Bazı şeyler vardır ki, eskidikçe kıymetden düşer ama bazı eşya için bu doğru değil. Kitap da bunlardan biridir. Kitap eskidikçe kıymet kazanıyor. Mesela iki bin sene öncesine ait yazarların kitaplarını okuyoruz icabında. Aristo’nun, Eflatun’un Sokrat’ın İbn-i Sina’nın, Farabi’nin, İmam-ı Gazali’nin bin sene önce yedi yüz elli sene önce, kaleme aldıkları bu kıymetli kitapları hâlâ okuyoruz.
Bunlardan bir örnek vermek gerekirse ben Hz. Mevlana’nın, Mesnevi’si üzerine biraz durmak isterim. Mevlana Hazretleri buyuruyor ki: Dünyevî kralların, hükümdarların, padişahların saltanatları tabuta girince sona erer. Oysa bizim saltanatımız kıyamete kadar devam edecektir.
Nedir bu saltanat, tabii ki Mesnevi’sine, Dîvan-ı Kebir’ine, diğer eserlerine dayanan bir saltanattır. Bunların başında Mesnevi geliyor. Şunu söylemek istiyorum: Yedi yüz sene - yedi yüz elli sene geçmiş, büyük bir zevkle, şevkle memnuniyetle okunuyor ve lezzet alınıyor.
Eskilerin bir sözü vardır: ‘Et tekraru ahsen velev kane yüz seksen.’ Bir mevzu, bir konu, bir husus eğer faydalıysa, yararlıysa yüz seksen defa bile tekrar etsek yine faydalıdır, yine yararlıdır.
Bence Mesnevi gibi Sadi’nin Bostan’ı, Gülistan’ı gibi kitaplar, Mehmet Âkif’in Safahat’ı gibi eserler bir kere, iki kere, beş kere okunacak kitaplar değildir. Bunlar ekmek mesâbesindedir. Bir insan dünyanın en güzel gıdasını her gün yese ondan usanır. Mesela 3 gün üst üste bal yiyemez bir insan. Ama her gün ekmek yiyoruz ve usanmıyoruz. Çünkü ekmek tabii gıdadır. Birinci derecede lüzumlu bir gıdadır. Öbürleri ikinci, üçüncü derecededir. İşte bu bahsini ettiğimiz kitaplardan ve benzeri olan eserlerden Mesnevi gibi, Gülistan gibi, İhya gibi birinci derecede önemli olan ekmek mesâbesindeki kitaplardır. Tekrar tekrar okunmasında fayda var.
Katıldığım sohbet toplantılarında gençlere tavsiyede bulunuyorum. Diyorum ki mesela: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’ isimli bir kitabı var. Sevgili gençler bu kitabın bir şartı vardır. Beş defa okunmak ister. Hatta daha fazla da okuyabilirsiniz ama asgarisi 5 defadır. ‘Niye hocam?’ diyorlar. ‘Çünkü zevkine beşinci defada varırsınız.’ diyorum. O kadar güzel anlatıyor ki. Tabii, herkes şehir medeniyetini yansıtıcı sözler söyleyebilir, bu konuda kitaplar yazabilir. Fakat Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üslubu başka. Hani bir söz vardır: ‘Her kadın sakızı güzel çiğner ama Türkmen kızı tadını çıkarır.’ diyor. Yani Tanpınar anlatırsa güzel anlatır, Yahya Kemal anlatırsa güzel anlatır. Şimdi herkes “Aziz İstanbul”un eşsiz manzaralarından bize bilebildiği kadarıyla, dilinin döndüğü nispette bir şeyler söyleyebilir ama Yahya Kemal söylerse “Aziz İstanbul” daha da azizleşecektir. O bakımdan hani bir söz vardır: ‘Üslubu beyan aynıyla insan.’ Yâni bir insanın üslubundan kültürel seviyesini ortaya çıkarabilirsiniz. Hatta bunu şöyle değiştirelim: Okuduğu kitaplardan da bir kimsenin kültürel seviyesini anlayabilirsiniz. İlmî kitaplar, dinî kitaplar, tasavvufî kitaplar, felsefî kitaplar. Yüzlerce binlerce konu var ve bu yüzlerce binlerce konuyla ilgili binlerce, on binlerce, milyonlarca kitap yayınlanmış ama şurası bir gerçektir ki mesleğimiz ne olursa olsun doktor olalım, avukat olalım, bilgisayar mühendisi olalım, şu olalım, bu olalım hepimizin ortaklaşa okuyacağı kitaplar var. Bunlar Safahat’tır, Mesnevi’dir, Gülistan’dır, Türk edebiyatının şaheserleridir, Fuzuli Divanı’dır, Bâki Divanı’dır, Nedim Divanı’dır, Necip Fâzıl’ın şiirleridir, Yahya Kemal’in şiirleri ve nesirleridir, Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirleridir… Yani mesleğimiz ne olursa olsun bu ortak kültürden hissemizi almamız gerekiyor. Bunlar hepimizin baş ucu kitaplarıdır. Ben kitap deyince zaten kendisini tekrar tekrar okutturabilme kabiliyetine sâhip olan ciltli veya ciltsiz, iki kapak arasındaki sayfaları kastediyorum.
Çetinoğlu: ‘Kitap kurdu’ kavramı size hangi düşünceleri tedâi ettiriyor?
Gürlek: Evet… Kitap kurdu sözünü duyunca ben tabii ki kitap tutkunlarını, kitap âşıklarını, kitap müptelalarını anlıyorum. Bunun karşılığı eski dilde ‘mecanin-i kütüb’tür. Yâni kitap delileri demektir. Mecanin, mecnun kelimesinin çoğulu; kütüb de kitap kelimesinin çoğulu…
Efendim… Kitap delileri, yani kelimeleri değiştirebiliriz. ‘Kurt’ diyebiliriz, ‘deli’ diyebiliriz, ‘bibliyoman’ diyebiliriz. Neticede ‘kitap âşığı kimseler’ demektir ki, efendim, bunlar da bana göre ikiye ayrılıyor. Bir, kitabı hakikaten okumak, istifâde etmek, feyiz almak için alan, peşinde koşan, kitap aşığı olduğunu ispat edercesine bu konuda olanca gayreti gösteren kimseler var. Bir de ‘koleksiyoner’ dediğimiz eski eser meraklısı kimseler var ki, evet onların da kitap toplaması hoş bir şey. Hiç değilse o kitapları yok olmaktan muhafaza ediyorlar. Ama unutmayalım ki; kitap, okunmak içindir. Yâni işin özeti okumak için, hem de defalarca okumak, yararlanmak için, aşk ile şevk ile her türlü engeli atlayarak kitap peşinde koşuyorsa bir insan, bence asıl kitap kurdu odur. Bu kurt faydalıdır. Buna bir örnek vermemi isterseniz hiç şüphesiz Ali Emiri Efendi’den kısaca bahsetmek isterim. Osmanlı’nın son döneminde Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşayan ve Türk milletine Millet Kütüphanesi gibi bir kültür hazinesi kazandıran Ali Emiri Efendi kelimenin tam mânâsıyla bir kitap kurduydu. Bir kitâbiyat bilginiydi. Biz Divan-ı Lügati’t-Türk’ü O’na borçluyuz. Divan-i Lügati’t-Türk, kültür dünyamızın pırlantasıdır. Bu pırlantayı O’na borçluyuz. O’nun sâyesinde sahaflar çarşısında bulundu, keşfedildi ve kültürümüze kazandırıldı. Yâni başka hiçbir meziyeti olmasa Ali Emiri Efendi’nin, o hizmeti yeter. Kaldı ki kendisi son derece zengin bir kütüphaneye sahip. Bütün ömrünü kitapların arasında geçirmiş bir insan. Nitekim büyük şairimiz Yahya Kemal Bey de “Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin / Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin” diyor. Yani geçmiş devirde yaşamış büyük insanların ilmine, feyzine, kültürüne, ahlakına, özelliklerine ve güzelliklerine muhtaç isen -ki muhtacız- hiç durma. Ali Emiri Efendi’nin önünde diz çök. Yani ‘O’nun kütüphanesinden, eserlerinden istifade et’ demek istiyor Yahya Kemal. Çok da güzel söylüyor şiirin diliyle. ‘Eski Şiirin Rüzgârıyla’ isimli kitabında bu şiirin tamamı vardır. ‘Ali Emiri Efendi’ye Gazel’ başlığıyla çok güzel bir şekilde tasvir etmektedir.
Çetinoğlu: Vaktiyle ‘ayaklı kütüphâne’ olarak vasıflandırılan insanlarımız vardı. Onlardan söz eder misiniz?
Gürlek: Bu konuda âcizane ve naçizane bir eser de yazdım. ‘Ayaklı Kütüphaneler’ ismiyle. On altı şahsiyetin kitaba olan tutkusunu anlatmaya çalıştım.
Yazdıklarımdan bir kısmına tabii ki yetişemedim ama bir kısmına da yetiştim. Mesela yetiştiğim zatlardan biri Sahhaflar Şeyhi Hacı Muzaffer Ozak’tır. Bu zat, eskilerin ‘hezarfen’ dedikleri çok yönlü bir kimseydi. Hem Cerrahilerin şeyhi hem de kitapçıların şeyhiydi. Yani sahhafların şeyhiydi. Bilhassa yazma eserlerden çok iyi anlardı. Zaten sahhaf deyince akla, yazma kitaptan iyi anlayan kimse gelir. Ben yakınında bulundum, sohbetlerini dinledim, yakası açılmadık fıkralar da dinledim, kitâbiyat bilgisine yakından şâhit oldum.
Keza yine ayaklı kütüphane ismiyle müsemma zatlardan biri de Ali İhsan Yurt Hoca’mızdır. O da kitabımda var. O’na da yetiştim. O’nun da yanında gezmekten büyük bir zevk alırdım ve yorulmak nedir bilmezdim. Nereye kadar yürürse ben de oraya kadar yürürdüm. Çünkü meşşaiyyundandı. Yani yürüyerek ders verenlerdendi. Eskiden böyle bir felsefî akım varmış. Bazı hocalar talebelerine yolda ders verirmiş. Onun sağında solunda hem yürürler, hem de böylece zamanı değerlendirirlermiş. Ben de böyle çok şey öğrenmişimdir.
Tabii ki başka yetiştiğim ayaklı kütüphaneler de vardır. Mesela Ordinaryüs Prof. Ahmet Süheyl Ünver. Süheyl Ünver Hocamız onlardan biriydi.
Küllük dediğimiz Marmara Kıraathanesi’nin son dönemine yetiştim. Oraya gelenler de öyle yabana atılacak insanlar değildi. Rahmetli Profesör Erol Güngör hocamız, yine oraya gelenlerden Ziya Nur Aksun .… Daha çok bunlar ayaklı kütüphane idi. Onlardan önce Mükrimin Halil Yinanc Hoca vardı ama biz O’na yetişemedik. Ama ben onu kitabıma aldım.
Böyle ayaklı kütüphaneler çok tabii. Öyle on altı, on yedi, yirmi altı, otuz altı değil. Tarihimiz bu bakımdan zengin. İlgimi çekmiştir, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla yıkılışı esnasında ayaklı kütüphane diyebileceğimiz böyle büyük âlimler yetişiyor. Bilhassa son dönemde, yâni Cumhuriyetin ilk yılları, Osmanlı’nın son yılları, son dönemleri işte… Mehmet Âkif’ler, Ahmet Naim’ler, Süleyman Nazif’ler Ali Emiri’leri Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’lar birer ayaklı kütüphaneydi. Böyle daha birçok isim var.
Çok ilginçtir, böyle geçiş dönemlerinde, eskilerin ulema dediği büyük âlimlerin geldiğini görüyoruz ki, ayaklı kütüphane sözü bunları tam karşılıyor. Hatta yavan bile kalabilir. Yâni bunlar ‘seyyar kütüphane’dir. Eskiden hâfızlara ‘seyyar Kur’an’ derlermiş. Hareketli, yürüyen Kur’an demektir. Bunlar da seyyar kütüphane. Yanılmıyorsam, büyük Türk Lügati’nin yazarı bir zat var. Büyük Türk Lügati’nin yazarı… Hatırlayınız. Hüseyin Kâzım Kadri. O, veya babası…. Trabzon’a vâli olarak gönderiliyor devlet tarafından. Süleyman Nazif demiş ki; dostlar, arkadaşlar bundan sonra Trabzon’a yolunuz düşerse yanınızda kitap, ansiklopedi, lügat vs götürmenize gerek yok. Hüseyin Kâzım Bey oraya vâli oldu. Seyyar kütüphanedir kendisi.
Böyle insanlar vardı. Şimdi bana sorabilirsiniz bu ayaklı kütüphaneler günümüzde de var mı? Gök kubbenin altı boş değildir. İlla ki vardır. Tabiat, boşluk kabul etmez. İlim de boşluk kabul etmez. İlim hoşluk kabul eder.
KİM KİMDİR?
MUZAFFER OZAK: Vâiz, Sahhaf, Halvetî-Cerrâhî şeyhi, toplumun mânevî dinamiklerinden Muzaffer Ozak, 18 Şubat 1985 tarihinde İstanbul’da 69 yaşında vefat etti. Doğumu: İstanbul’da Karagümrük semti, 1916.
Küçük yaştan itibâren dinî bilgiler tahsil etti. Hat ve tezyinat derslerine devam etti. Muhtelif camilerde müezzinlik yaptı. Kitapçılık sanatını öğrendi. Daha sonra Beyazıt Camii’ne müezzin olarak tâyin edildi. Bu sırada Sahaflar Çarşısı’nda bir dükkân açıp müezzinliğin yanında sahhaflık yapmaya başladı. Müezzinlik yaparken dinî mûsiki meşketti. Kapalıçarşı civarındaki Camili Han diye bilinen mescidin onarımına vesile olup burada vefatına kadar vaaz verdi, hutbe okudu, cuma namazı kıldırdı. Yirmi yılı aşkın bir süre Süleymaniye Camii’nde ramazan aylarında fahrî imamlık yaptı.
1965 yılında Nûreddin Cerrrâhî Tekkesi’nde irşad görevine başladı. Muzaffer Ozak vaiz olarak görev yaptığı, aralarında Sultan Ahmed, Beyazıt. Fâtih, Eyüp, Süleymaniye gibi selâtin camilerinin de bulunduğu toplam kırk iki camide, kahvehanelerde, Karagümrük’teki Nûreddin Cerrahî Tekkesi’nde ve özellikle kendine has bir ilim ve irfan merkezi, bir sohbet meclisi niteliği taşıyan sahaf dükkânında her seviyeden insana İslâmiyet’i öğretmeye, sevdirmeye ve dini yaşamalarını sağlamaya çalıştı.
Hoşsohbet ve fevkalâde nüktedan, anlaşılması zor dinî meseleleri kolayca özetleyip izah etme, konuları ibret alınacak hikâyelerle veciz bir şekilde anlatma ve öğretme yeteneğine sahip bir halk vaizi idi. Sohbet ve âyinler için dâvetler aldığı Kudüs, Bağdat, Şam ve Kahire gibi şehirlere, Amerika, Almanya, İngiltere, Hollanda, Belçika ve Fransa gibi ülkelere gitti.
Yayınlanmış eserleri: 1. İrşad (2 Cilt. İstanbul 1964, 1967), 2- Envârü’l-kulûb (2 Cilt. İstanbul 1975, 1977, 1979), 3- Zînetü’l-kulûb (İstanbul 1973), 4- Aşk Yolu Vuslat Tariki (İstanbul, 1975), 5- Gülzâr-ı Ârifân / Aşk Bahçesi (İstanbul 1969, 1977), 6- Submission, Sayings of the Prophet Muhammed (New York 1977), 7- Ninety-ni-ne Names of Allah (New York 1978), Ozak ayrıca Kudûrî’nin el-Muhtasar’ını Türkçe’ye çevirmiştir. M. Râif Oğan’ın yayımladığı İslâm Dünyası adlı mecmuada yazıları çıkmıştır.
Çetinoğlu: Türkiye ve Türkiye ile mukayese edilebilecek ülkelerdeki kitap okuma alışkanlıkları hakkında mukayeseli rakamlar verebilir misiniz?
Gürlek: Ben o konunun ayrıntılarını maalesef bilemiyorum. Fakat okuduklarımdan öğrendiğime göre, istatistikî bilgilerden anladığıma göre okuma meselesinde, kütüphane kurma konusunda maalesef çok gerilerdeyiz. Bu acı ama bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Bunu Türkiye’de basılan kitapların tirajıyla batı ülkelerin basılan kitapların rakamlarından rahatça anlayabiliriz. Yahut da günlük gazetelerin baskı adediyle yine Avrupa gazetelerinin baskı adedinden, anlayabiliriz. Maalesef İslam’ın ilk emri ‘Oku!’ olduğu halde ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin okumaya bigâne kalması, evlerinde kütüphane bulunmaması inancımızla, örfümüzle, âdetimizle bağdaşmıyor. Kütüphaneden vazgeçtik kitaplığı olan ev sayısı bile çok az maalesef.
Çetinoğlu: En mükemmel kültür kaynağı olan kitapla ilgili olarak devlet politikamızı nasıl buluyorsunuz? Tavsiyeleriniz nelerdir?
Gürlek: Yeterli bulmuyorum maalesef. Eskiden mesela Millî Eğitim Bakanlığı olsun, Kültür Bakanlığı olsun güzel neşriyat yapıyordu. Kitaplar hem de kıymetli kitaplar yayınlıyorlardı. Mesela bin temel eser bunlardan biriydi. Üstelik fiyatları da ucuz olduğu için herkes tarafından kolayca elde edilebiliyordu. ‘Param olmadığı için, maddî durumum iyi olmadığı için kitap alamıyorum…’ gibi bir mâzeretin arkasına sığınanlara fırsat vermiyordu. Ucuz oluyordu kitaplar. Maalesef son zamanlarda Millî Eğitim Bakanlığı ve bilebildiğim kadarıyla Kültür Bakanlığı kitap yayını yapmıyor. Yapıyor ama Kültür Bakanlığı belli lüks kitapları basıyor. Görsel kitaplar dediğimiz, onlara ulaşmak da zor, pahalı kitaplar… Bu bakımdan onu bir eksiklik olarak görüyorum.
Çetinoğlu: İnsanlarımızın kitap okumadığından şikâyet ediliyor. Sizin konu ile ilgili tespitleriniz nelerdir?
Gürlek: Demek ki kitap okuma işi sevdirilmemiş demek ki kitap. Özendirilmemiş. Bu, annelerden ve babalardan başladığı gibi daha çok öğretmenlerden kaynaklanıyor. Bana kitap okuma zevkini aşılayan ilkokul öğretmenim Necati Bey idi. Sonra ortaokul ve lisede –ki ben imam hatip lisesi mezunuyum- tarih hocam olsun, edebiyat hocam olsun kitap okuma zevkini aşıladılar. Kitabı sevdirdiler. Acı bir gerçek daha var. Öğretmenlerimizi itham etmek istemem ama büyük çoğunluğu ders kitaplarının dışındaki kitaplarla pek ilgilenmiyorlar. Hatta hiç ilgilenmeyen öğretmenlerin sayısı çok fazla… Hâlbuki kitapla doğrudan ilişkisi olan şahıs kimdir? Öğretmendir. İmamdır, din görevlisidir. İslam’ın ilk emri ‘Oku!’dur. Maalesef bunlar kitaba uzak duruyor. E bunlar sınıftaki çocuklara yahut da camideki cemaate kitap okumanın ehemmiyetini aşılamıyorsa, bu bilgiyi veremiyorlarsa bana göre vazifelerini yapmıyorlar demektir. Yani kitabı böyle para verip almanın zevkini bize yaşatacak bir kültür politikasına ihtiyacımız var.
Tabii televizyon, maç vesaire diğer görüntüyle ilgili yayın organlarının fazlalığı da insanları biraz kitaptan uzaklaştırıyor. Tabii kitaba meraklı olan, kitap kurdu olan televizyona, diğer görüntü malzemelerine itibar etmez ama başlangıç için onlar biraz engel teşkil ediyor. Şüphesiz burada irade meselesi devreye giriyor. İnsan iradesini iyi kullanmasını bilirse görüntülü ortamda bile kitap okuyabilir.
OKUMAK ÜZERİNE…
*Almanya’da, 7.500 kişiye bir halk kütüphanesi var. Türkiye’de 68.500 kişiye bir halk kütüphanesi…
*Almanya’da, halk kütüphanelerinde 104.000.000 kitap var. Bizde 13.000.000
*Almanya nüfusunun % 10’u halk kütüphanesine üyedir. Türkiye’mizde % 1’i…
*ABD’de bir yılda 85.121 farklı türde kitap basılırken, Türkiye’de yalnızca 6.151 farklı türde kitap basılıyor.
*Türkiye nüfusunun % 40’ı hayatı boyunca kütüphaneye hiç gitmemiştir. % 31’i bir kere gitmiştir. Kütüphaneye gidenlerin yalnızca % 8’i kitap okumak için gitmiştir.
*Japonya nüfusunun % 62’si günlük olarak gazete tâkip ediyorken, bu oran bizde yalnızca % 5’tir. *Japonya’da bir yılda toplam 5.000.000.000’a yakın kitap basılırken, Türkiye’de yalnızca 25.000.000. kitap basılıyor.
*Japonya’da kişi başına 25, İngiltere’de 12, ABD’de 8 kitap basılırken; Türkiye’de 12.089 kişiye bir kitap düşüyor.
*Kişi başına kitaba harcanan para bakımından karşılaştırma:
Norveç’e 137 dolar, Almanya’da 122 dolar, Avusturya’da 100 dolar, Türkiye’de 0,45 dolar...
*Gazete okuma alışkanlığımız:
Bin Norveçliden 558’ i, bin Japondan 557’ si, bin Finliden 445’ i, bin İsveçliden 430’u, bin Türkten 61’ i gazete okuyor.
*Birleşmiş Milletler Teşkilatı tarafından düzenlenen rapora göre Türkiye okuma alışkanlığında 173 ülke arasında 86. sırada yer alıyor.
*İnsanlarımız günde ortalama 5 saat televizyon seyrediyor. Kitap okumaya yılda sadece 6 saat ayırabiliyor. Sebebi sorulduğunda; baş ağrısından veya uykusu gelmekten söz ediliyor. Kitap okuma alışkanlığı olmayanların başının ağrıması, uykusunun gelmesi son derece normaldir. Bunlar sebep değil, sonuçtur. Sebep: kitap okuma alışkanlığımızın olmayışıdır.