LAİKLİK
(İKİNCİ BÖLÜM)
Türklerde laiklik kavramı, 1876 yılında, Kanun-ı Esâsî olarak adlandırılan Anayasaya konuldu. Fakat sistem tam dîni olmadığı gibi tam lâik de değildi. Bu sebeple tartışılıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nde 1921 anayasası, hâkimiyeti millete verirken, kanunların dîni esaslara uygun olmasını da kabul etmişti. Bu hüküm, 1924 Anayasası’nda da yerini aldı. 1931 yılında yapılan Cumhuriyet Halk Partisi Kongresi’nde; Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik ve İnkılâpçılık olarak isimlendirilen parti doktrini, yeniden şekillendirilince, laiklik anlayışı gündeme geldi ve güç kazandı. 1937 yılında laiklik, Anayasa’ya dâhil edildi. 1961 ve 1982 anayasalarında da kavram, anayasadaki yerini korudu.
Bu gelişmelerden cesâret alanlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet kuruluşları arasında yer alışının laiklik prensibine aykırı olduğunu, yüksek sesle iddia etmeye başladılar. Bir zamanlar öyle katı lâiklerimiz oldu ki, başındaki fötr şapkası rüzgâr sebebiyle havalanıp, câmi avlusuna düşse, lâikliğine halel gelir endişesiyle avluya girmekten bile çekinirlerdi. Hattâ getiren olsa bile, ‘şapkanın dindarlaştığını’ zannederek, başına koymazdı.
Sovyetler Birliği döneminde, okullarda ‘Allah’sızlık dersleri vardı. 1991 yılından sonra, orada bile dine dönüş hareketleri ciddî bir şekilde gelişti. Hatta Putin, Moskova yönetiminin şemsiyesi altında Müslüman Türklerin bulunduğunu gerekçe göstererek, Rusya’nın İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye olarak kabul edilmesi talebinde bulundu.
Bizim katı lâikçilerimiz, hâlâ inatlarından vazgeçemediler.
Bilinmektedir ki İslamiyet’in ve İslam’ın özüne uygun düşünebilen Müslümanların laiklikle de sekülerizmle de bir problemi yoktur. Laiklik tartışmalarının problem hâline gelişi bâzı aydınlarımızın, bâzı hakîkatleri anlamakta zorlanmaları sebebiyledir. O hakîkatleri şöylece özetlemek mümkündür: Din vardır ve lüzumludur. En mükemmel din İslam’dır. Onun mükemmelliği, akla, mantığa ve insan fıtratına uygun oluşundan kaynaklanmaktadır. Laiklik, Müslümanlığın içindedir. Müslümanlık (farz-ı muhal) zaafa uğratılırsa, laiklik yürürlükten kalkar, insanlar ve insanlık zarar görür. Müslümanlık, öğüttür, tavsiyedir, nasihattir, tebliğdir. Tebliğ ve tavsiye edilenin yapılmamış olması, beşerî hukuka göre cezayı gerektirmez. Dîni hükümlerde emirler ve yasaklar vardır. Bunların hesabı ise ahrette görülecektir. Adam öldürmek, hırsızlık yapmak, başkalarının malına canına zarar vermek, bütün dinlerde ve devletlerde, cezâsı dünyâda verilecek suçlardır.
Hz. Muhammed (sav) Mekke’yi, Selahaddin Eyyübî Kudüs’ü, Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethettiklerinde; ilk beyanları, hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, bütün insanların inançlarına saygı gösterileceğinin taahhüdünü ihtiva etmektedir. Laiklik budur ve ülkemizde bu gün de aynen tatbik edilmektedir.
Netice yerine:
Laiklik, din işlerinin devlet işlerine karıştırılmaması, dîni ve siyâsî sistemlerin bağımsız olması demektir. Devlet, vatandaşlarını bir dine inanmak veya inanmamak hususunda serbest bırakır. Dîni inançlar ve bu inançlara uygun davranıp davranmama meselesi, kişiyle Allah (cc) arasındaki bir ilişkidir ve devlet bu ilişkilere karışmaz. Devlet, vatandaşının sosyal hayatı ile ilgilenir ve hukûkî düzenlemeler yapar. Bu sistem, dînin devlet tarafından inkâr edilmesi mânâsına gelmez. Din olgusunun, fertlerin vicdanına bırakılması ile alakalıdır. Zira lâik devlet sisteminde din işleri, doğrudan doğruya şahısları ilgilendiren bir meseledir ve her ne suretle olursa olsun dinî inanç ayrımı yoktur. Devlet, dinî esaslardan ayrı olarak kurulup icra edilir. Böyle olmasına rağmen kanunların dinî esaslara aykırı olmamasına dikkat edilir.
Laiklik kavramı, doğru bir tercihle Türk hukuk sistemine konulmuştur. Fakat din-laiklik münâsebeti yeterince işlenemediği için tartışma konusu olmaktadır.
Anayasada laiklik kavramının bulunması, bâzı samîmi dindarları, devletin dinle mesâfeli olduğu düşüncesine sevketmiş, onları, ‘din elden gidiyor’ diye gürültü çıkaran yobazların arasına itelemiştir. Bâzı lâikler de laiklik vurgusunun dozunu kaçırdıklarından laiklik kavramının dinsizlik olduğu kanaatinin meydana gelmesine sebebiyet vermişlerdir.
İfrat ve tefrit iç huzurumuzu zedelemekte, zedelenen huzur, dış itibarımıza zarar vermektedir. Gerek samîmi dindarlarımıza gerekse, lâikliği gerçek mânâsıyla benimseyenlere, hakîkatleri anlatmakta daha gayretli olmalıyız.
(BİTTİ)
=======================================================================
KİM DEMİŞ NE DEMİŞ?
Fertlerin şahsî mesuliyetleri çok mühimdir. Çünkü İslâm nazarında insan, sâhip olduğu yüksek ahlâkî değerlerle ölçülür… Ve İslâm, mesuliyet üzerine kurulu bir şahsiyet gelişimi ister. Onda umumun menfaati, ferdî menfaatten üstün kılınmış, her fert sâhip olduğu imkânlar nisbetinde mesul tutulmuştur. Mesuliyetin kaynağı ise, uhrevî ve İlâhîdir. Bu duygudan mahrum olan fertlerin, millet menfaatlerini koruyabileceklerine ve millete hizmet edeceklerine, İslâm, inanmaz. (İlâhiyatçı Dr. Emin Işık. Hatay, 1936-İstanbul, 2019)
======================================================================
MEHMET ÂKİF ERSOY’UN ŞİİRİ İSTİKLÂL MARŞI OLARAK KABUL EDİLDİ
Millî Mücâdele devam ederken, ordumuzun ve milletimizin moralini ve heyecanını artırmak maksadıyla bir millî marş hazırlanmasına karar verilmiş, bir duyuru yapılarak 25 Ekim 1920 günü İstiklal Marşı başlığıyla bir yarışma açıldığı bildirilmişti. Seçilecek şiirin şairi 500 lira ile ödüllendirilecek, daha sonra bir beste yarışması açılacaktı.
Duyurunun ardından ülkenin dört bir tarafından yollanan şiirler arasından seçim yapılamayınca, Maarif Nâzırı Hamdullah Suphi Bey 5 Şubat 1921 günü, yarışmaya katılmamış olan Mehmet Âkif Bey'den bir şiir yazmasını rica etti. Mehmet Âkif Ersoy, İstiklâl Marşı için yarışmada ödül olduğunu hatırlatarak; ‘Ben, milletimin kahramanlığını anlatan bir şiiri para ile satmam’ Diyerek yarışmaya katılmak istememişti. Halbuki paraya şiddetle ihtiyacı vardı. Ankara’nın soğuk kış günlerinde ihtiyacı olan paltoyu alacak kadar bile parası yoktu. Ödülün kaldırılması şartıyla yarışmaya katıldı 26 Şubat 1921 târihli Meclis oturumunda, Mehmet Âkif Bey'in yazdığı şiir de dâhil olmak üzere yedi ayrı güfte ele alındı. Kesin bir seçim yapılmadan evvel bu yedi şiirin basılması düşünüldü ise de, l Mart günkü oturumda Hamdullah Suphi Bey, kendi seçiminin Mehmet Âkif Bey'in şiirinden yana olduğunu söyleyerek kürsüden bu şiiri okudu.
Meclis'te yaşanan harâretli tartışmaların ardından bir oylama yapıldı. Bu sırada farklı görüşleri olanlar düşüncelerini dile getiriyor, onların bu görüşleri de oya sunuluyordu. Sonuç olarak Mehmet Âkif Bey'in şiiri oy çoğunluğuyla seçilince, mebusların ısrarı üzerine bu şiir Hamdullah Bey tarafından bir defa daha kürsüden okundu ve ayakta alkışlandı.
İstiklal Marşı'nın güftesi seçildikten sonra, beste için yine 500 lira para ödüllü bir yarışma açılarak Mayıs ayı sonuna kadar süre tanındı. Yarışmaya gönderilen eserlerden Ali Rıfat (Çağatay) Bey'in bestesi kabul edilip 1924 yılından 1930 yılma kadar İstiklal Marşı bu besteyle çalındı. 1930 yılından itibaren ise Ekrem Zeki Üngör'ün bestesi esas alındı.
İstiklâl Marşımızın Verdiği Mesaj:
İstiklal Marşı, milletimizin 1920-1921 yıllarında içinde bulunduğu bağımsızlık tutkusu, yurt sevgisi ve savaşma azmini dile getirmektedir. Âkif'in o zamana kadar yazdığı, söylediği görüşlerini bir bakıma milleti için nazma dökmüştür. İstiklal Marşı, ezilmiş bir milletin kükreyişidir. Bu marşın asıl konusu bağımsızlık kararlılığıdır; bu sebeple adı da İstiklâl Marşı’dır.
İstiklâl Marşı'nda Türk milleti, din, vatan, bayrak ve sancak gibi temel değerler etrafında toplanmaya çağırılmaktadır. Topluma güven, cesaret ve umut verilmekte; milletin ve bağımsızlığın sembolü olan bayrağa seslenilmektedir. Türk milletinin geçmişteki hürriyet ve bağımsızlık tecrübesi hatırlatılmakta; geleceğe yönelik azmi ve kararlılığı vurgulanmaktadır. Tek dişi kalmış canavar batı medeniyeti tarafından kuşatılan vatanın korunmasında en önemli âmilin iman olduğu belirtilmektedir. Vatandaşlar Hakk’a güvenerek vatan savunmasına çağırılmaktadır. Binlerce kefensiz şehidin emâneti olana bu mukaddes vatana olan katıksız sevgisi dile getirilmektedir. Allah'tan mukaddes değerleri ve yerleri yabancı saldırısından koruması istenmektedir. Sonunda da vatan düşmanlardan temizlenip bağımsızlık kazanıldığında büyük bayram yaşanacağı müjdelenmektedir. Bütün bu nitelikleri ile Türk İstiklal Marşı; İslâm dünyâsı başta olmak üzere bağımsızlık mücâdelesi veren pek çok millete ilham kaynağı olmuştur.
=======================================================================
12 MART MUHTIRASI VERİLDİ
Ordu Üst kademesinde bulunan; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir muhtıra vererek Süleyman Demirel başkanlığındaki hükümetin istifa etmesi sağlandı.
Amerikan 6. Filosu'nun Temmuz 1968 ve Şubat 1969'da Türkiye'ye gelişleri sırasında, olayı ve Amerikan emperyalizmini protesto eden gruplarla asker ve polis arasında şiddetli çatışmalar çıktı ve ölenler oldu. Bu târihten sonra bombalı saldırılar, soygunlar ve adam kaçırmalar arttı. Ancak 1968 sonlarından itibaren ve 1969 ve 1970 yıllarında daha da artarak devam eden şiddet olayları, sağdan gelen karşı şiddet hareketleriyle yüz yüze geldi.
Ayrılmalar yüzünden zayıflamış olan Demirel hükümetinin, 1971 başlarında üniversite kampüslerindeki şiddeti önlemek için eyleme geçecek gücü kalmamıştı. Sosyal ve malî reformlara ilişkin herhangi bir ciddî kanunu meclisten geçirme ümidi de yoktu. Bu ortamda Genelkurmay Başkanı 12 Mart 1971'de Başbakana tam anlamıyla Silahlı Kuvvetlerin kesin îkazı olan bir muhtıra verdi. Muhtıra, anarşiyi sona erdirebilecek ve reformları Atatürkçü bir görüşle uygulayacak güçlü ve inandırıcı bir hükümetin kurulmasını istiyordu. Bu talepler karşılanmadığı takdirde ordu anayasaya dayalı görevini yerine getirecek ve iktidara el koyacaktı.
Muhtıra üzerine Demirel hükümeti derhal istifa etti. İnönü, ordunun siyâsete karışmış olmasını şiddetle kınadı. Ancak kısa bir süre sonra her iki parti lideri de daha uzlaşmacı bir tavır takındılar. Demirel partisine sâkin olması uyarısında bulundu. İsmet İnönü, yeni hükümetin CHP'nin sağ kanat mensubu Nihat Erim tarafından kurulacağını öğrenince, destek vereceğini açıkladı. Erim, büyük ölçüde siyâsetin dışından gelen teknokratlardan oluşan bir kabine kurdu. Hükümetin kamu düzenini sağlayacağı ve uzun zamandır gecikmiş olan bazı sosyo-ekonomik reformları gerçekleştireceğini açıkladı. Dünyâ Bankası'nda çalışmış olan Atilla Karaosmanoğlu tarafından bir reform programı hazırlandı. Erim, ordunun kesin desteğiyle sağın direnişine rağmen programını kabul ettirmeyi başardı. Ayrıca terörist eylemlerin yeniden başlaması üzerine 11 ilde sıkıyönetim kararı alındı.
Kısa zaman sonra ise muhtıranın asıl sebebi ortaya çıktı. Aslında yüksek rütbeli komutanların, alt rütbeden bazı subayların komünist bir darbe yapma niyetlerini fark edip, bunu önlemek maksadıyla harekete geçtiği anlaşıldı. Muhtıradan hemen sonra bazı subaylar emekliye sevk edilince, böyle geniş çaplı gizli bir tertibin varlığı netlik kazandı.
=======================================================================
ÜLKÜCÜNÜN ÇİLESİ
GALİP ERDEM
(10 Mart 1930-12 Mart 1997)
Gün olur, ülküsüz insanlara gıpta ile bakasınız gelir. Rahat yaşarlar. Tıpkı şâirin söylediği gibi: Akl-ı şuurları vardır, güzel severler. Bâde içerler ve nihâyet göçüp giderler.
Ülkücülerin hayatı bambaşkadır. Sözlüklerinde rahatlık kelimesinin yeri yoktur. Dâimî bir mücâdele içinde ömür tüketirler. Hemen herkesle, her şeyle zaman zaman çatıştıkları görülür. Arkadaşları ile aileleri ile hattâ sevdikleri ile... Belli bir ülkünün esaslarından ziyâde politikanın değişen icaplarına uymayı tercih eden kudret sâhipleri ile de sık sık ihtilâfa düşerler. Çok defa, başları belâya girer; gene de sinmezler. Bu halleri kalabalıklara göre, uslanmamaktır; kendilerine göre de, yılmamak.
Ülkücü, dünyâ nimetlerinden yana nasipsizdir. Gözü yoktur ki, nasibi olsun. Bir lokma, bir hırka o'na yeter. Paraya karşı o kadar müstağnidir ki, halkın hayretine sebep olur. Herkesin istediğini istemez, ne istediğini de herkes anlayamaz. Kendi zevkleri dışında zevk tanımayanların gözünde zevksiz bir adamdır! Onu küçümserler, hayatı anlamamakla, üç günlük dünyânın hakkını vermemekle itham ederler. Böyle davranışlara hiç önem vermez. Elverir ki, inandığına dokunulmasın!
Kalabalığın nazarında o, zavallı bir hayalperesttir. Olmayacak fikirlerin rüyâsına dalmış öylece uyumakta, başkalarını da uyumağa teşvik etmekte...
Bir gün fikirlerinin gerçekleştiği görülse bile, O'na hiç kimse ‘âferin’ demez. Üstelik ‘böyle olacağı zâten belli idi.’ Buyurulur. Ülkücünün, ülküsü ile münâsebeti, hakîki bir aşkta sevenle sevgilinin münâsebetine benzer. Hep verir, hiç almaz. Sevgili nazlıdır, sitemi eksik etmez, incinmeğe de hiç gelemez. Diğer sâhalarda umumiyetle dikkatsiz hareket eden ülkücü, sevgili bahis konusu oldu mu baştan başa haysiyet kesilir. Şahsına fenalık yapanlara pek aldırmaz ama ülküsüne yan gözle bakanlara tahammülü yoktur. Sadakati için karşılık beklemez, mükâfat istemez, bir garip kişidir...
Ülküsüne hizmet edenlere son derece hürmetkârdır. Gerçek âşıklar gibidir; kıskanmaz. Sevgilinin sevildikçe güzelleşeceğini bilir. Sevmenin gururu yegâne süsüdür.
Ülkücünün en çok dinlediği nasihattir. ‘Yapma’ derler, ‘hayatını hebâ etme’ derler, ‘gününü gün et’ derler. O kadar çok şey söylerler ki, hiç bitmez. O hepsini dinler, ama hiçbirini tutmaz, gene bildiği gibi yaşar.
Ülkücülerin en amansız düşmanları eyyamperestlerdir. Menfaatlerine tapan bu adamlar, daha çok kazanmalarına, daha rahat yaşamalarına mâni olacak sanırlar da, ülkücüyü hep ezmeğe çalışırlar! Ne garip tecellidir ki, ülkücünün gayretlerinden en çok faydalananlar da eyyamperestlerdir.
Gün gelir, ecel hükmünü icra eder, ülkücü dünyâsını değiştirir. Kalabalık o'na acır, daha iyi yaşamış olmasını temenni eder. Halbuki o, inançları uğrunda yaşamanın hazzını tadamadıkları için ömrü boyunca kalabalıklara acımıştır.