Bundan önceki yazılarımızda, Yüce İslâm Dini’ni Hıristiyanlaştırmak için yola çıkan, ba’zı İlâhiyatçılar ve Ankara Okulu Mensupları kendilerini Şiî’lik gibi karma bir dinin mi’marları arasında buldular. Allah tarafından Peygamber’lere gönderilen kitaplar, Tevrat ve İncil tahrif edilmiş, Yahûdiler kelime’lerin yerlerini değiştirdiler (tahrif ettiler. Kendilerine öğretilen Tevrat’ın ahkamının önemli bir bölümünü unuttular.) 
(Tevrat, yalnızca bir nüsha idi tamamı hiç bir kimsenin ezberinde de yoktu. İsrailoğulları Bâbillilere esir düşünce tek Tevrat nüshası da kaybolmuştu. Yıllar sonra İsrailoğulları esaretten kurtulunca hatırda kaldığı kadar ba’zı bölümleri insanlar tarafından yeniden yazılmıştır. (Yâni, artık Tevrat denilen kitapların Allah’ın gönderdiği Tevrat ile uzaktan-yakından herhangi bir alakası yoktur.) 
Tıpkı, Tevrat gibi, İncil de Allah tarafından Haz.İsâ’ya gönderilen İncil olmayıp, Pavlus’un dizayn ettiği, yeni inanca göre yazılmış (papazlar ve rahipler tarafından) kitaplardır. 
Takiyye olarak, Kur’ân-ı Kerim’e inandıklarını söyleyen, aslında, Abdullah İbn-i Sebe’e’nin iddiasına uygun olarak, “Cefr”e (oğlak derisine yazılmış ve topyekûn kitap olarak indirilmiş bir başka kitap’a) inanırlar. Şîa, ve bizim ba’zı İlâhiyatçı’larımız ve Ankara Okulu mensupları, Allah tarafından vazolunan din ve Allah tarafından son Peygamber, Âhirzaman Peygamber’i Haz.Muhammed-Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize indirilen Kur’ân’a, henüz hidayetle ermemiş tahrif edilmiş kitaplara inanan, insanların dizayn ettiği inançlara bağlananları hakk’a da’vet edeceklerine, Kur’ân üzerine şüpheler oluşturmak suretiyle Hakk din olan Yüce İslâm Dinini, insanlar tarafından dizayn edilmiş inançlar seviyesine indirmeye çalışıyorlar Bunların en başta gelen argumanları, “Efendim, aslında bütün dinlerin temeli birdir, aynıdır,” mugalatasıdır. 
Şiî’ler artık Takiyye’yi filan bir tarafa bırakmışlar, doğrudan Kur’ân üzerine şüpheler düşürmek için kolları sıvamışlardır. 
Kur’ân-ı Kerim’i doğrudan inkâr etmek, temel umdeleri “Takiyye”ye aykırı olduğu için, Allah’ın kitabı üzerinde şüpheler uyandıran yüzlerce eserler yazdırdılar, yazdılar. 
İnternet ortamında son olarak dolaştırılan, Allâme Şeyhuislâm el-Mevlâ Muhammed Bâkır el-Meclisî, Mir’âtü’l-Ukûl Fi Şerh-i Ahbâr el-Resûl adını verdiği eserinde tıpkı bundan evvel aynı konularda kalem oynatan Humeynî ve diğer Şiî zâtlar tarafından yazılan eserler gibi, Kur’ân üzerine şen’î iftiralarda bulunuyor. 
Hâşâ! Sümme Fe Sümme Hâşâ! “Ali Bin hakem, Hişâm bin Salim, Ebû Abdullah’tan rivâyet etmiş de, Ebî Abdullah demiş ki, “O Kur’ân ki, Cebrail onu Muhammed aleyhisselâm’a getirmişti, onyedi bin âyetten ibâretti. “Hâşâ! bu sözde hadisi şerh noktasında, Hâşâ. Kur’ân’ın eksik ve değiştirilmiş olduğu istikametindeki pek çok doğru ve güvenilir haber’lerin bulunduğunu kaydeder Harun bin Müslime dayandırarak, “Benim nezdinde bu bab’da bulunan haber’lerin tevâtür derecesinde olduğu iftirasını ifade eder. 
Hâşâ! değiştirilen, tenkîs edilen âyet’lerin “İmamet” ile alakalı âyet’ler olduğunu söylemeye herhalde gerek yoktur. Fe Süphâne’Allah!... 
- Televizyonlar’da, değişik programlara katılan ba’zı İlâhiyatçılar, yorumlarında ve kendilerine tevcih edilen suallere verdikleri cevaplarda, “Şiî’liğin, İslâm’ın farklı bir yorumudur, diğer hakk mezhepler gibi Şiî’lik de bir hakk mezheptir,” dediler. 
Aynı hatayı, siyâset adamlarımız da yapmaktadırlar. “Alevî-Sünnî” kategorik olarak sanki, Sünnî’liğin karşılığı-alternatifi, Şiî’lik, Şiî’liğin Sünnî’lik... 
Hayır! Aslâ böyle kategorize doğru değildir. 
Bir tarafta, Allah’ın Kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’e, Onun mübeyyini olan Allah’ın Resûlüne, Allah’ın Resûlü’nün sünnetine tam ve eksiksiz bir mütâbeat halinde, tam bir uygunluk içerisinde olan fırka’ya, “Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat” denilir. Bunun dışında kalanlara da, Fırak-ı Dâlle, Kur’ân’a Sünnete uymayan dalâlete düşmüş bâtıl fırkalar... 
Biz, siyâsetçiler gibi davranamayız. Onlar politika gereği bir nev’i Takiyye yaparak, esas ve anadamar olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’i kategorilere tâbi tutarak, Fırak-ı Dâlle’ye, Fırak-ı Dalle’den, herhangi birisinin muâdili gibi görebilir. Fakat, ilim adamları, gerçeği ortaya koymaya mecburdurlar. 
Hiç kimse alınmasın, bu Azîz Millet Yüce İslâm Dini’yle müşerref olduktan sonra aynı zamanda Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat ile de tanışmıştır. Asırlar içinde, Fırak-ı Dâlle’nin fitnelerine ma’ruz kalsa da, aslâ “Allah’ın, Resûlü’nün ve onun ashabı’nın yolu demek olan ‘Ehl-i Sünnet’ yolundan aslâ ayrılmamıştır.”
Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin ana omurgası, Ehl-i Sünnetti. Azîz Cumhuriyeti’mizin ana omurgası da Ehl-i Sünnet olmuştur. 
Aziz Milleti’mizin yüzakı, âlimleri, şeyhulislâm’ları, müderrisleri, ana dilleri Türkçe olduğu halde, ana dili Arabî olanları kıskandıracak seviye’de Arapça metinlere imza atan âlimlerimizin hepsi, ama hepsi Ehl-i Sünnet ve’l-cemaate mensup ilim adamlarıydı. 
Devlet-i Aliyye’mizin kuruluşundan günümüze, ilâç kabilinden bir-kaç kişi fırak-ı Dâlle’ye nisbet etmiş olabilir. Fakat ulemâmızın kâhir ekseriyyeti kesinlikle Ehl-i Sünnet mensubuydular. 
Cumhuriyet Dönemi: 
- 1924’de Evkâf ve Şer’iyye Vekâleti lağvedilmiş, yerine Başvekâlete bağlı olarak, Diyânet İşleri Reisliği te’sis edilmişti. TBMM’sinde yapılan müzâkereler sonucu, Türkçe bir Kur’ân Meâli, Türkçe bir tefsir ve önemli sahih Hadis Külliyatından birisinin de Türk Diline kazandırılması karara bağlanır ve TBMM’sinin bütçesinden bu maksadla bir bütçe tahsis edilir. 
Bu hususta çalışmalar yapmak üzere, Diyânet İşleri Başkanlığı’na vazife tevdi edilir. 
Devrin Diyânet İşleri Reisi olan, Merhûm Rıfat Börekçi, aynı zamanda Ankara Milletvekilliğini de yürüttüğü için, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın bütün işleri, Diyânet İşleri Reisliği Reis Muavini, Merhûm Ahmed Hamdi Akseki Hazret’leri yüklenmiş bulunuyordu. 
Uzun ve yorucu çalışmalardan sonra, tercüme-meâl işi, Merhûm Mehmed Akif Bey’e, Tefsir Merhûm Elmalı’lı, Küçük Hamdi unvanıyla ma’ruf Muhammed Hamdi Yazır’a, Hadis Tercümesi de, Dârulfünûn müderrislerinden Ahmed Naim Bey’e verilir. 
Merhûm Mehmed Akif Bey, çeşitli mülahazalar ve endişeler gereği, tercüme ve meâl işinden vazgeçer, bu maksad’la kendisine ödenen cüz’î meblağı iade eder. Ağır rahatsızlığı dolayısiyle Mısır’dan İstanbul’a dönerken, “Eğer Mısır’a dönmek mukadder değilse, Tokad’lı Mehmet İhsan Bey’e (Prof.Dr.Ekmeleddîn İhsanoğlu’nun Merhûm Pederlerine) Kur’ân tercüme ve meâl ile alakalı çalışmaların yakılmasını vasiyet eder. Tefsir, Büyük Allâme’miz, Muhammed Hamdi Yazır tarafından, Allâme, Müfessir, hilafsız, Tabakat-i Müfessirîn’de Reîsü’l-Müfessirin olarak kabul edilen, İmâmü’l-Müfessirîn, Fahrüddîn-i Râzî’nin Tefsir-i Kebiri esas alınarak yazılmıştır. “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ” Hadis, Büyük Mahaddis, Kütüb-ü Sitte’den, Sahîhayn’den birincisi, eş-Şeyh, İmam, el-Hâfız, Ebû Abdullah Muhammed İbn-i İsmâil, İbn-i İbrahim İbn-i Muğîre el-Buhârî Hazret’lerinin derç eylediği, topladığı Hadis Külliyatından, Zeynü’d-Dîn Ahmed İbni Ahmed, İbn-i Abdü’l-Âtıf ez-Zebidî’nin tecrid ettiği ve SAHÎH-İ BUHÂRİ MUHTASARI TECRİD-İ SAHÎHİ, Ahmed Naim Bey tercüme etmiştir. 
Tefsir-i Kebir Sahibi, İmam Faruddîn-i Râzî, i’tikâden Eş’arî, amelen, Şâfiî Mezhebine mensuptur. 
İsmail Buhârî, Buhara’lı bir Türk olup, i’tikâden, Mâtürîdî, amelen Hanefî Mezhebine mensuptur. 
Her ikisi de su katılmamış birer Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mensubudurlar. 
Mütercimler, Müfessirimiz, Muhammed Hamdi Yazır da, Muhaddisimiz, Ahmed Naim Bey Merhûm da, şüphesiz, i’tikaden Mâtüridî, amelen, Hanefî Mezhebine mensuptular. 
Dolayısiyle, Diyânet İşleri Başkanlığımızın omurgası da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaattir, Ankara Üniversitesine bağlı İlâhiyat Fakültesi ve diğer ba’zı İlâhiyat hocalarıyla Ankara Okulu mensuplarından önceki bütün ulemamız da su katılmamış birer Ehl-i Sünnet mensubuydular. Memleketimizde, İran’daki Humeynî devriminden sonra, Şîa’ya 2000’li yıllardan sonra da Hıristiyanlığa karşı Aziz Türk Milleti’nin hassâsiyeti törpülenmiştir. 
Tebârüz ettirmek isterim ki, gerek Merhum Elmalı’lı, Küçük Hamdi Efendi, Muhammed Hamdi Yazır’ın Tefsiri, “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ”, gerekse Merhûm Ahmed Naim Bey’in –ki, Ahmet Naim Bey, 12 Cilt halinde bastırılan bu muazzam eser’in ilk üç cildini, Salât-i Tehüccüd (Teneccüd Namazı) bahsine kadar tercüme etmiş, Merhûmun vefatı üzerine (ki, Ahmed Naim Babanzâde, 13 Ağustos 1934’te, Pazartesi günü, öğle namazının ikinci rek’atinin secdesinde rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur.) bu muazzam tercüme ve şer’hi tamamlama, Dersiâmlardan, Afyon’lu, Afyonkarahisar Meb’usu, Kâmil Miras Merhuma nasip olmuştur. 
Her iki eser de “Muhalled” birer eser olup, henüz daha aşılamamışlardır...