AYASOFYA’DA İKİ SAAT!...
Mustafa AKKOCA
Birileri, İstanbul’un trafik numarası olan 34’den hareketle, İstanbul’da kendisi için 34 Aşık Mekânı belirlemiş, yalnız bu arkadaşın aşk’tan kasdı hayvâni, şehevâni aşk...
İstanbul’da benim de meftûn olduğum mekânlar var, fakat bu mekânlar hayvânî, şevehânî aşk mekânları değil, gittiğimde huzur ve sükûn bulduğum, mübârek mekânlardır. Benim mekânlarım her ne kadar İstanbul’un plaka rakamını bulmasa da, yine de epey bir sayıyı bulur.
Daha önce yazmıştım, Ayasofya, Sultanahmed Camiîleriyle, Topkapı Sarayı’nın bulunduğu İstanbul’un birinci tepesi, tarihi bakımından, tarihî değerleri bakımından, maddî güzellikler ve burada bilinen olağanüstü eserler bakımından dünyanın en güzel mekânıdır. Ama benim huzur ve sükûn bulduğum İstanbul’daki tek mekân değildir.
İstanbul’da en çok huzur ve sükûn bulduğum mekânların başında, şüphesiz Merhûm Edîp, Şîr, (devrinin Sultanü’ş-Şuarâ’sı), Maharrir, Mütefekkir, dâva adamı, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ta’rifiyle “Yalancı Şehrin Ortasındaki Sahici Belde”, Karacaahmed Sultan Mezarlığı gelir.
Zira, bu mübârek mekânda, Hicrî 13. ve 14. asırların Müceddidi, ve (Tecdidi, İlâ Mâşa Allah! devam edecek?) olan, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid, Müceddid, Silsele-i Zeheb’in (Altın Halka) 33. ve son halkası, Ebu’l’Fâruk, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin Kabr-i Şerif’leri bulunmaktadır. Fırsat buldukça ve en az haftada bir kerre bu mübârek mekânı ziyaret ediyor, burada hiçbir yerde bulamadığım, derîn huzur ve sükûne kavuşuyorum.
Yine, kapısına kul olduğumuz, kapılandığımız, Mübârek Zat’ın bize söylediklerine uygun olarak, İstanbul, Unkapanı-Zeyrek civarında bulunan, kabristanlıkta medfûn bulunan Tokâdî Mehmed Emin Efendi Hazretleri’nin kabrini ziyaret ederiz. Fırsat buldukça ve elbette Mihmenâr-ı Peygamber’î, Ebâ Eyyüp el-Ensârî, Halid Bin. Zeyd Hazretleri’nin Eyüp Sultan’daki türbesini ziyaret ederim. Ancak günümüzdeki Eyyûp Türbesi, sonradan inşa edilmiş ve geliştirilmiş bir makamdır. Hazret-i Halid Bin Zeyd (R.A) Efendimiz, caminin avlusunda bulunan, şimdileri demir bir şebeke ile çevrili, tarihî Çınar Ağacı’nın altında medfûndurlar. Üstadımızın bize ta’rif ettiği gibi, son cemaat yerinde, belli bir mesâfede ayakta duruyor, en az bir Fâtiha, 11 İhlas-ı Şerif okuyor, bağışlıyor, Kemal-i Edeb’le huzurdan geri çekiliyoruz. Sünnete uygun ziyaret tarzı budur. Türbe’nin şebekelerine, kapı-pencereye el sürmek, doğrudan burada medfûn bulunan zat’dan bir şeyler istemek, insanı şirke kadar götürebilecek bir bid’attır.
İstanbul’da oturup veya herhangi bir maksatla İstanbul’a gelip de, İstanbul’u fetheyleyip, ebed-müddet İstanbul’u bir İslâm şehri haline getiren, Ebu’l-Fethi ve’l-Megâzî, Fatih Sultan Muhammed Han Gazî Hazretleri’ni ziyaret etmemek yakışmaz, şık bir davranış olmaz.
Hazret-i Fatih, kendisinin ilk yaptırdığı cami, günümüzdeki Fatih Camiî’nden daha küçük olduğu için, türbesi bu caminin ön tarafında bulunuyordu. Daha sonra bu cami büyütüldüğü için Fatih’in Kabr-i Şerif’leri günümüzde caminin minberinin altında kalmıştır. Dolaysiyle günümüzdeki türbe bir makamdır, fakat Hazret-i Fatih bu türbede medfun değildir. Dolaysiyle Hazret-i Fatih’i de, caminin kıble tarafındaki hazirenin duvarında duruyor, bir Fatiha, en az 11 İhlas-ı Şerif okuyor, Kemâl-i Edeb ve Kemal-i Hürmetle huzurdan ayrılıyoruz.
Hazret-i Fatih’in huzurundan ayrıldıktan sonra takribî, 3 km’lik bir mesafede bulunan Süleymaniye Külliyesi’ne geçilir. Burada önce Taç Kapı’dan bu devesâ ma’bed’e girilir, İstanbul’da bulunan “Salâtin Cami’leri”nin en büyüğü dikkatle incelenir, ön tarafa hazire bölümüne geçilir, burada her biri birer san’at eseri olan mezar taşları görülür, Cihan Pâdişah’ı, Kanûnî Sultan Süleyman’ın türbeleri, eş’leri Hürrem Sultan’ın ve burada medfûn bulunan diğerlerinin kabirleri ziyaret edilir. Burada muhteşem ma’bed’in kıble duvarına baktığınızda, sanki Mimarlar Mimarı Sinan’ın, Erciyes Dağı’nı sırtına yükleyip-getirip bu tepeye kondurduğunu sanırsınız. Caminin kuzeyine, Haliç tarafına inince burada bir köşede mütevâzi, Mimar Sinan Türbesi’ni ve şimdi artık kurutulmuş ve kimselere bir şeyler ikram edilmeyen türbenin mütevâzi sebilini görürsünüz. Başta İstanbul olmak üzere, Türkiye’nin pek çok yerinde, Arap Yarımadasında ve Balkanlar’da, ebed-müddet bâkî, muhteşem eserler inşa eden dünya tarihinin en büyük mimarı, Mimar Sinan’ın bu mütevâzî türbede yatması O’nun ne kadar büyük bir zât olduğunun göstergesidir.
Buradan Karaköy-Perşembe Pazarı’na geçilir, bir zamanlar, Mimar Sinan’ın Heykeli’nin dikili olduğu, şimdilerde Taksim-Yenikapı Metro İnşaatı’nın şantiyelerinin bulunduğu küçük alan, -ki, Mimar Sinan, Süleymaniye’yi inşa ederken, zaman zaman buraya gelir, buradan cami inşaatının safhatını ta’kip edermiş.- bu mekân’dan bakıldığında, Süleymaniye Camiî, secdeye varmış bir mü’min gibi görülür ki, bu durum da Koca Mimar Sinan’ın dehâsının bir başka işaretidir.
YAHYA EFENDİ DERGAHI:
İstanbul’un Beyoğlu tarafı, Şişli, Beşiktaş ve Sarıyer, uhrevî ve manevî makamlar bakımından çok fakirdir. Bu bakımdan, Beşiktaş Serencebey’de bulunan, Boğaz’ın en güzel yerlerinden ve Boğaz balkonlarından bir mekân’da bulunan, Yahya Efendi Dergahı burada bir “Vahâ” dır.
Bilindiği gibi, Yahya Efendi, aslen Trabzonlu olup, Cihan Padişah’ı Kanuni Sultan Süleyman Han’ın süt kardeşidir. Yavuz Sultan Han, bir şehzâde şehri olan Trabzon’da valî iken, Kanûnî Trabzon’da doğmuştu.
Elbetteki İstanbul’un ziyaret mekânları yukarıya aldıklarımla mahdud değildir. Boğaz’da, Kuruçeşme’de Tezkereci Baba, Karaköy’de, Yeraltı Camiî içinde bulunan sahabe kabirleri, muhasara sırasında şehid düşmüş, Balat, Ayvansaray, Edirnekapı civarında sur’ların dibinde sahabe kabirleri, Fatih’te Sümbülefendi, Zeytinburnu’nda Merkezefendi, Seyyid Nizam gibi burada sayamayacağımız pek çok ziyaret mahalli ve mekân’ları vardır.
Geçen hafta yarım günü Sultanahmed Camiî’nde geçirmiştim. Bu hafta da iki saati, mahzûn, makhûr, esîr Ayasofya’da geçirdim. Haftanın bir kaç günü, yanından-kenarından geçtiğim, Ayasofya’ya yıllardır girmemiştim, girememiştim. Yok, öyle “Duhuliye Ücreti” ödemekten çekindiğim için değil tabiî... Ne hazindir ki, Ayasofya, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı “MÜZE” statüsünde olduğu için turistler ve yerli seyyahlar “Duhûliye Bedeli”, (giriş ücreti) ödeyerek girebiliyorlar. Bendeniz, “Sürekli Sarı Basın Kartı” hâmili olduğum için, devletin ve belediyelerin ba’zı hizmetlerinden bilâ bedel faydalanıyorum. Kültür Bakanlığı’na bağlı müzelerde de bizlerden giriş ücreti talep edilmiyor.
Fakat ben kendi kendime Fatih’in Kılıç hakkı olarak ebed-müddet, kıyamete kadar cami olmak kaydiyle vakfettiği bu mübârek caminin Fatih’in Vakfiyesine aykırı olarak müzeye tahvil edilmesini protesto için uzun yıllar, Ayasofya’ya girmiyordum. Geçtiğimiz hafta, 13 Eylül 2010 Çarşamba günü, iki saat kadar Ayasofya’da kaldım.
Taç Kapı’dan girdim, gözlerimi dört açtım, gördüklerim, Ayasofya’nın Cami hüviyetini yok etmek için bir takım işlemler yapılmış, ba’zı tasvirler ortaya çıkarılmış, ama ne yapılırsa yapılsın, Ayasofya’nın Cami hüviyetine en küçük bir zarar verememişler.
Kulaklarımı iyice açtım, etrafı dinlemeye koyuldum. Her taraftan sesler, nâralar, iniltiler geliyordu.
Zeminden Kubbe’ye yükselen inilti, “Artık yeter! Ben, mülevves ve neces ayaklar değil, tertemiz alınların secdesini özledim,” diyordu. Minber, “Kılıç’la fethedilen, bu Şehr-u İstanbul’da, Fatih’in Kılıç hakkı olarak vakfettiği bu mübârek camide, murassâ bir kılıçla basamak basamak merdivenlerimi çıkacak, Allah’a hamd, Resûlüllah’a Salat-ü Selâm’da bulunacak hatipleri özledim” diyordu.
Mihraba yakın yerlerde kurulu inşaat iskelesinin engellemesine rağmen, uzaktan hayâl-meyâl, Mihrab’da, Ayasofya’nın son İmam-Hatibi İdris Efendi Hazretlerini gördüm, “Evladım, bu mübârek cami, İstanbul’un Fâtihi, Ebu’l-Fethi ve’l-Megâzî, Fatih Sultan Muhammed Han Gazî Hazretlerinin, Kılıç Hakkı olarak ebed-müddet, kıyâmete kadar cami olmak kayıt ve şartıyla ve “Vâkıf’ın şartı, Şârî’in Nassı gibidir,” düsturu ile vakfedilmiştir. Vâkıf’ın Vakfiye’deki müeyyidesi ise, “Her kim bu Vakfiye’nin şartlarını yerine getirmeye, ya da aksine davranışlarda bulunursa, “Allah’ın, Melek’lerin, Peygamber’lerin ve bütün la’net edicilerin lâneti onun üzerine olsun,” tarzındaki bedduası’dır.
Sizler, ey bu devrin Müslümanları! Sizler, Allah’ın, meleklerin, Peygamberlerin ve la’net edici bütün lâin’lerin lanetinden hiç korkmuyor musunuz?.. diye haykırdı. Korktum, titremeye başladım, gözüm karardı, gündüz gece gibi oldu.
Kıbleye göre sağ tarafta bir ışık gördüm, koştum, koşuşturdum, çıkış kapısıymış, oraya yöneldim. Çıkışta, sebilde Bal Şerbeti dağıtılıyormuş, -Kozan Belediyesi, tarihî ve turistik Kozan’ı daha iyi tanıtabilmek için, Ayasofya Camiî’nin, pardon müzesinin bahçesinde Duhuliye Ücreti ödeyip girebilen turistlere ve yerli seyyahlara Bal Şerbeti dağıtıyor.-bir defalık kullanımlı, kağıttan bardakta bana da verdiler, içtim, Bal Şerbeti, Narenciye suyu ile nefes olmuştu, fakat ben içerideki yediğim azardan dolayı, sanki zehir içmiştim.
Bir Ayasofya ziyareti böyle geçmişti...
Yorumlar