Geçen haftadan beri Bakırköy minübüsüne ulaşmak için dere tepe düz gidiyorum ya... Sonunda bindim. Dersime girdim ve akşam yine aynı esaret bu kez sıra beklediğim Bakırköy-Taksim dolmuş kuyruğunda kendini göstermeye başladı.
Şanslıyım ön koltuğu kaptım. Yola çıktık. Şöför sürekli “Brek brek Taksim’e nerden gidiyoruz” dersinde... elinde telsiz Allah ne verdiyse gaza basıyor. Öndeki araca son 10 cm kalana kadar fren sözcüğü silinmiş bellekte...
Yıllardır görmediğim manzarayla karşı karşıyayım amma kemer bağlamak hiç aklıma gelmiyor. Şöför bizi değil de patates çuvalı taşıyor modunda...
“Kasımpaşa nasıl arkadaşlar brek brek???”
Sonunda Tepebaşı’na çıkan geniş virajda olan oldu ve ben, yan tarafım şöför koltuğuna kadar boş olan araçta, sola uçarak şöförle tango görseli yanak yanağa düştüm. Adam “Noldu ablacığım” diyor ama fren ı-ıhh, tamgaz gidiyoruz o vaziyette...
Soldan, sağda olan koltuğuma oturur vaziyeti almam çok zordu ve belim ve boynum ters refleksle mahvoldu. Hala oturup kalkarken şöförün atasını sinemaya götürüyorum...
Tabii düzelir düzelmez şoku atlatıp; “Siz manyak mısınız niçin hız kesmeden viraja giriyorsunuz?” falan diyorum ama bende sinir bitik... Ne dese beğenirsiniz.
“Taksim Cehennemine gidiyorum abla...”
Artık adama kızamıyorum. Düşünen canlı olduğum için düşünmeye başlıyorum. Hergün kimbilir kaç defa bu trafik ve keşmekeşin içine giriyor bu adamlar... Ama tabii bu sebepte onu anlamamı sağlamıyor. Ertesi gün şikayetimi yapıyorum ve bir hafta trafikten men edilmesine vesile oluyorum. Zaten mimliymiş arkadaş hız konusunda...
Sesimi duyurmanın keyfiyeti başka oluyormuş canım... Keh keh... Olsun belim hala problem çıkarıyor. Ama orada olmasa başka bir yerde yine sakatlayacaktım zaten. Taksim’de yaşıyorum ya...
Heryer kazı kazı... Taksim’e kazara gelen turistler gece bayağı zorlanıyor hatta darp-gasp olaylarıyla karşılaşıyormuş.
Yazık yaa, acıyorum turistlere. Düşünsenize uygarlıkların beşiği İstanbul’a gelip iki katlı, kırmızı “Hop Otur-Hop Kalk” otobüslerle gezmeye kalk, sonra kazılı yollarda gerçekten hop otur hop kalk... Yanlış anlamışız kusura bakmayın...
Turistler Boğaza gidelim bari diyorlar. Gelen habere bakın; Boğazı resimlerken, teknede  çıktıkları üst platform çöküyor, buz gibi suda ağır yaralanarak balıkçılar tarafından kurtarılıyorlar... Yaşasın balıkçılarımız Hızır Hafiyeler maşşallahh... dörtgözle denize düşen varsa diye tetikteler... Bu Türk Filimlerinden beri gelenekseldir... Denize atlayanı, düşeni, kaçanı hep kahraman balıkçılarımız kurtarır...
Adamlar Taksim’de başları belaya giriyor, Boğaz’da tehlike... bari Ada’ya gidelim diyorlar. Adayı puslu bir sonbahar günü faytonla gezmeye kalkıyorlar... Yağmurda fayton kayıyor ve bir eve çarpıyor, turistler yaralanırken, garibim at ve sürücü ölüyor...
Ada’da at pisliklerinin kol gezdiğini hatırlarsak, yazık, atın ayağı ıslak pisliklerde tabii ki kayacaktır. Eskiden atların pisliklerini arkalarına bağladıkları Prima bebek beziyle sarmalayıp ortalığı temiz tutuyorlardı. Of memleketim.
Daha mı haber?
Kalp krizi geçiren hastayı, halı saha çimi bozulmasın diye ambulansı sahaya sokmayıp, sahaya havadan konan helikoptere, elde taşıyanları mı istersin.
Yoksa... Bir hastanede hastamız ölmedi deyip  doktor-hemşire dövüp, morgdan hastasını kaçırıp, başka hastaneye götüreni mi...
Havasına suyuna taşına toprağına... Hey gidi Ayten Alpman. Aklıma bir fıkra geldi. 
“Birgün Amerikalı’nın biri Türkiye’ye gezmeye gelmiş bir yerde durmuş birde bakmış bizim köylüler ellerinde kazma kürek habire kazıyorlar. Sormuş -Ne yapıyorsunuz siz böyle?
Köylü:
-Yol yapıyoruz demiş.
Amerikalı bakmış en önde bir de eşek var, merak etmiş yine sormuş:
-Peki o eşek ne yapıyor öyle ?
Köylü:
-O demiş buradaki yolları iyi bilir, yol gösteriyor biz peşine kazıyoruz
Amerikalı gülmüş:
-Pekii o eşek olmasaydı ne yapacaktınız? 
Köylü biraz düşündükten sonra:
-O zaman Amerika’dan mühendis getirtirdik demiş...”