“Her biçim onu devinime sokan Nokta ile başlar... Nokta devinir... Ardından Çizgi varlık kazanır ve çizgiler iki boyutlu elemanlardan oluşarak oluşan düzlemlerin iç içe geçmesiyle hacimler- dolayısıyla da Biçimlere dönüşür...
İşte bu kinetik enerjiye Tasarım olarak bakabiliriz...”
Derim öğrencilerime, her dönemin başlangıcında...
Peki, Devinim nedir?
Devinmek eyleminden geliyor. Yani hareket. Bir durağan noktaya göre hareketli bir nesne... Bir ruh durumundan başka bir ruh durumuna geçiş, bir düşünce süresinin başlangıcı olarak da kabul edilebilir.
Peki insanın başlangıcına da bu anlatım uymuyor mu? Uyuyor... Bir nokta bir hücre ile başlayıp eklenen biçimler ve tüme varım...
Sonra domino taşlarının birer ikişer hareketiyle bir maddesel yokoluş... Hareket başlangıcı ve eylemin bitişi...
Beni bu yoruma getiren şey, bu hafta önemli iki kişiliğin maddesel olarak aramızdan ayrılışı...
Sonbahara girdiğimiz şu günlerde, arka arkaya gelen, hazan yaprakları misali kaybettiğimiz iki büyük üstad...
Biri 83 yaşında “Cumhuriyet ve Atatürk sevdalısı” Turgut Özakman... 55 yıllık yazarlığında O’nu büyük şöhrete taşıyan “Şu Çılgın Türkler” adlı belgesel romanı... Diriliş-Çanakkale 1915, Cumhuriyet-Türk Mucizesi mutlaka okunması gereken kitaplarından...
Gezerek, görerek, araştırarak kaleme aldığı tarihi, belgesellerle anlatmak... Hurafelere yer vermeden, yalın bir üslupla, bilgiyi aktarmak... Bunlara  belgesel roman demek daha akılcı...
İlkokulu benim gibi Bakırköy Taş Mektepde okumuş ve annelerimizin adının Bakırköy’den Münevver Hanımolması tesadüfü bile, beni mazur görün, şımarık bir gurur içine sokuyor.
1948’de Kurtuluş Savaşı’nın yapıldığı yerleri incelemek üzere yola çıkmış, Zafer Tepe’ye kadar 10 günlük yürüyüşünün ardından notlar tutmuş, milli mücadelenin ruhunu imgeleyerek yazdığı kitaplara kaynak oluşturmuş. Bu yürüyüşü tekrar denemiş ancak, dönüş yolunda trende üşütüp zatülcemp olmuş ve o dönemde penisilin bile olmayınca devletin Keçiören Senatoryumunda bir yıl boyunca kalmış. Daha sonra bunu öğrencilerine aktarması insanın tüylerini diken diken yapar;
“Bu Cumhuriyet beni ölümden döndürdü. Cumhuriyet’e çok borcum var... Bu borcumu ödeyemem...”
Kimbilir bizim borçlarımız ne alemde?
Bize o yılları anlatan büyük üstadı maalesef bu hafta yitirdik... Nurlar içinde yat, meşalen hiç sönmesin!
Başka bir ustayı oynadığı dizinin son bölümünden hemen sonra kaybettik. Vefat ettiğini duyunca, sanki dizinin içinde bir senaryoymuş gibi algıladım.
Tuncel Kurtiz... o ünlü  vurgusuyla yüreklerimizde yer aldı;
“Toprağa değil, yüreğe gömülmek!”
Gerçekten de bir ölümlünün en önemli düsturu olmalı...
Onu Keşanlı Ali Destanı oyununda gösterdiği performansla tanıdım. Sürü, Güz Sancısı, Duvar, Otobüs filmlerindeki başarısı, Ezel dizisini milyonlara sevdiren Ramiz Dayı karakteri... arka arkaya gelen başarıları ve tabii yüzünde oluşan muhteşem tecrübenin izleriyle hep hatırlayacağız...
Bu arada Tarık Akan’da yakın dostunu kaybetti. O’na ve  tüm yakınlarına, sevenlerine sabırlar diliyorum. 
Evet, noktalar büyük serüvenlerini çok uzun bir sürede tamamlıyorlar. Tam muhteşem biçime oluştukların da da bir yokoluşun ve yeni bir başlangıcın serüveni...
Maalesef evrende devinim halindeyiz arkadaşlar ...
Kabulluneceğiz. Atılan taş, mutlaka yere düşüyor.