Zaman zaman, çok değerli okuyucularımız elektronik ortamlarda, yazılarımıza anında yorum yapabiliyorlar. Yukarıdaki gerçekten hareketle, “Yorum Serbesttir,” diyor, imkân’lar ölçüsünde cevaplandırmaya gayret ediyoruz.
Pek Muhterem Yusuf Kubat Beyefendi, Lâdik’li Ahmed Ağa ile alakalı kitap veya kitaplar, Merhûm Lâdik’li Ahmed Ağa’nın ebediyyete intikâlinden yıllarca sonra ve hâl-i hayatında kendisini tanıma şerefine bile nâil olmayan kimseler tarafından, ba’zı duyumlara dayanılarak yazılmıştır. Lâdik’li Ahmed Ağa’nın bir anlatımından hareketle ki, anlatım, hulâsa olarak şöyledir; “Biz, Harem-i Şerif’te, zemzem’in başında toplantı yaptık, Mekke’den doğruca İstanbul’a gideceğimizi zannediyorduk, fakat Sahib-i Zaman’dan gelen bir emirle Mısır’a gittik,” diyor. Kitabı hazırlayan’lar, Ahmed Ağa’nın bu anlatımından, kendi meşreplerine uygun olarak, Lâdik’li Ahmed Ağa’nın burada “Sahib-i Zaman”dan kasdının Merhûm Sami Efendi olduğunu, Lâdik’li Ahmed Ağa’nın “Sahib-i Zaman’dan Sami Efendi’yi kasdettiğini” yazmışlardır. Halbuki, Merhûm Lâdik’li Ahmed Ağa’nın burada “Sâhib-i Zaman” olarak bahsettiği zât, aslâ Sami Efendi olmayıp, zamanın gerçek sahibidir. Sami Efendi, Silsile-i Zeheb, Silsile-i Saâdât ile teselsülü ve Nisbet-i Sahîhası olmayan ve fakat, Ehl-i Sünnet Akîdesine uygun yaşamış, Sünneti Seniyye’ye temessük etmiş saygıdeğer bir zât-ı muhterem’dir.
Sami Efendi, hâl-i hayatında hiçbir yerde ve hiçbir zaman kendisinin irşâd ve ihdâ ile vazifeli olduğunu, mürşid-i kâmil ve müceddid olduğunu iddia etmemiştir. Ancak, etrafında toplanan ve kendisine bu sıfatları izâfe edenlere de, “Hayır, benim böyle bir vazifem, yetkim yoktur” da dememiştir. Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, en yakınları, Merhûm damadı, Kayseri’li Ömer Kirazoğlu’nun ailesi, Kirazoğlu Ailesi’nin büyükleri ve Kirazoğlu Ailesi’nin dünür’leri, yine Kayseri’li, Pek Muhterem Merhûm Hacı Refik Bürüngüz vasıtasıyla ikaz etmiş, ihtarda bulunmuş, bu zaman’da emânet’in kendilerinde olduğunu söylemiştir.
Lâdik’li Ahmed Ağa’da, hususiyle Konya’da, Karaman’da bulunan, Sami Efendi’ye mensup olduklarını iddia eden, Sami Efendi’nin bu yönde herhangi bir iddiası ve bu iddiasını te’yid eden bir hâli bulunmamasına rağmen, bu iddia’larına devam eden’leri, hem Sâhib-i Zamanın hâl-i hayat’larında, hem de edebiyyete intikal ile Tasarruf-u Hakîkîye geçmesinden sonra kendilerini ikaz ve ihtar etmiştir.
Ahmed Ağa’nın vefatından önce “Cenaze namazını kıldırmak üzere, Sami Efendi’yi Konya’ya, Lâdik’e da’vet ettiği ve cenaze namazını kıldırdığı iddiası ise tam bir çelişkidir. Farz-ı Muhâl, Kitap’ta iddia olunduğu gibi, Sami Efendi Sâhib-i Zaman ise, Ricâlü’llah’tan, Ricâl-i Ma’neviyye’den bir nefer olan Ahmed Ağa’nın Sâhib-i Zaman’ı ayağına çağırması hangi tasavvufî edebe sığar. Lâdik’li Ahmed Ağa, hayatı boyunca, Silsile-i Zeheb, Silsile-i Saâdât ile teselsülü kopmuş, Nisbet-i Sahîha’yla nisbeti bulunmayan, bütün müteşeyyih’lere, (şeyh olmadıkları halde şeyh’lik taslayanlara ve onları uçuranlara karşı, gerçek Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in, Müceddid ve Medâr Mürşid’in kim olduğunu hep ihtar etmiştir.)
Aziz Kardeşim, Kadir Akkoca, Türkiye’de nâdir soyadlarından birisidir, Akkoca soyadı, elbette ben de sizinle tanışmak isterim, alâkanızı devam ettirin, İnşâ Allâh! Birgün yakından birbirimizi tanırız, bütün işlerinizde üstün başarılarınızın devamını dilerim.
Açık ismini yazma cesaretini bile göstermeyen, Mallim veya selv rümuzlarını kullanan Aziz Kardeşim. “Süleyman Efendi başımızın tacıdır. 14. Asr’ın müceddidi de olabilir, ama “O ahirete irtihâl etti” diye tarîkat’ler yok olmadı. Meramımız o,” diyorsunuz. Pekiyi! Tarikatlerin yok olduğunu kim söylemiş? Sâhib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid tensip edilmemiş ise, ebediyyete intikâl ettikten sonra, dünyevî ağırlıklardan, Anasır-ı Erbe’a’dan kurtulmuş olarak, Tasarruf-u Hâkîkî’ye geçtiklerinde de tıpkı zamanımızda olduğu gibi, İlâ Mâşâ Allah! vazifelerine ve tasarruflarına devam ederler.
Hakîkî velî’ler, hususiyle Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’ler, aslâ kevnî keramet peşinde koşmazlar, kerâmeti “Hayz-i Ricâl” kabul eder’ler. Ancak, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid olan zât, Sell-i Seyf ettiğinde, bu iddiasını ispat zımnında tasarruf’ta bulunur. Bu husus benim keramet talep etmem değil, vazife’nin tabî gereğidir.
Yorumunuzdaki umûmî değerlendirmelere bakıldığında, sizin, bırakınız, Mâverâyı, asgarî Şer’i Şerif’i, hattâ Zarûrat–ı Diniyye’yi idrâk (algılama) hususunda özürlü olduğunuz anlaşılmaktadır.
Tasavvuf, Mâverâü’ş-Şerîa’dır, Şer’i Şerif’te defosu olanların Seyr-i Sülûk’te mesâfe almaları mümkün olmadığı gibi, bunların tasavvuf hakkında ileri-geri konuşmaları da akla ziyan’dır.
Şârî, yalnız, Cenab-ı Hakk’tır ve O’nun izniyle Cenab-ı Peygamber’dir. Ef’âl-i Mükellefîn’den, farz, vâcip, sünnet, haram, mekrûh, müfsid bunları ta’yin ve tespit yetkisi Allah ve Resûlüne aittir. Hiçbir âlimin, hiçbir müçtehid’in, hiçbir mutasavvıf’ın böyle bir salâhiyeti yoktur.
İnsan’ların kılık- kıyâfet’leri, neyi giyecekleri, neyi giymeyecekleri, nasıl tıraş olmaları gerektiği hususunda, Şâr’î’nin herhangi bir hükmü yoktur. Böyle olunca da, Müslüman’lar, acâyip, zibidice, sünepe olmamak, vücud hatlarını çirkin bir şekilde tebârüz ettirmeyen, yaşadıkları asr’a, içinde bulundukları topluma ve iklim şart’larına uyum sağlayacak bir şekilde, istediklerini giyebilirler. Sevgili Peygamber’imiz sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, Mekke’de, daha sonra Medine’de, içinde bulunduğu toplum içinde günün şart’larına göre, en şık giyinen idi. Müslüman erkeklerin, snopça, zibidice olmamak şartıyla, takım elbise giyip kravat takmalarında ne mahzur olabilir ki? Evet! Milyonlarca Müslüman gibi ben de takım elbise giyiyorum, kravat takıyorum, bunu öncelikle kendime, içinde bulunduğum cemiyete (topluma), hitap ettiğim insanlara saygım dolaysiyle yapıyorum.
Kılık-kıyâfet hakkında, “Şöyle giyinilecek, böyle tıraş olunacak veya olunmayacak, saç-sakal kesilmeyecek, (ekserîsi, birer hamâkat örneği, Sünneti Seniyye ile uzaktan-yakından alakası bulunmayan, harman küreği gibi sakal bırakılacak,) diye kat’iyyet ifade eden ne bir Nâs, (kesin hüküm ifade eden âyet-i Kerime) ne de tevâtür derecesinde hadis vardır.
Bilinmelidir ki, Şârî’nin, yâni Allah ve Resûlünün kesin delillerle, âyet ve tevâtür derecesindeki hadis’lerle haram kıldığı herhangi bir şeyi helâl addetmek nasıl küfrü mûcip ise, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kılmadığı herhangi bir şeyi haram addetmek de küfürdür. “Sakal bırakmak farzdır, şalvar giymek farzdır, kadınların çarşaf giymeleri farzdır,” gibi...
Müslüman hanımların, tesettür şart’larına riâyet ederek, manto, pardösü giymelerinde ne mahzur vardır?
Kız Kur’ân Kurs’larındaki kızlarımızın başörtülerine, pardösü’lerine, etek boylarına takılmışsınız. Kadın’larımızın yüzleri, ayak bileklerinden i’tibâren ayak’ları, el bileklerinden i’tibâren de elleri hariç, bütün uzuvları avrettir. Vücud hatlarını belli etmeyen, karşı cinsi tahrik edici olmayan kıyâfetlerle, renk ve şekil ayırımı yapılmadan, eşarp, manto-pardösü ve istiyorsa tabiî ki, çarşafla, ferace ile örtünebilirler.
Peygamber’imizin, kadın-erkek kıyâfet’leri konusunda, şekil ve renk şartı ortaya koymadığı ve fakat etek boyları hakkında ölçü getirdiği bir gerçektir. Kız Kur’ân Kurs’larındaki bu yavrularımız öyle anlaşılıyor ki, etek boylarını Sevgili Peygamber’imizin ortaya koyduğu ölçülere uygun hâle getirmişlerdir. Ebû Hüreyre radiyallahu anh’in Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimizden rivâyetine göre, Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem “İzar (denilen libas) uzun tek parça elbise)’ın iki topuktan aşağı sarkan ateştedir,” buyurmuştur. Buna mümâsil, Kütüb-ü Sitte’de (mu’teber altı hadis Külliyatında) pekçok Hadis-i Şerif bulunmaktadır.
Bu hadis’lerden çıkarılan hüküm ise, kadın ve erkek, neyi giymişlerse, pardösü, manto, döpiyes, fistan veya çarşaf-ferace, fark etmiyor, etek boyları en fazla ayak topuklarına kadar olacaktır. Erkekler için de aynı şey, pantolon, entari, potur-şalvar ne olursa olsun, paça boyları en fazla ayak topuklarına kadar olacaktır.
Kılık- kıyâfet mevzu’unda son olarak, tasavvuf’ta Zikr-i Hafî yolunun sâliklerini, Nakşibendiyye’nin bir temel düsturundan bahsedeceğim.
“Bâtınımız Hakk ile, Zâhirimiz halk ile”...