Bu sütunlardaki yazılarımıza, ba’zı okuyucularımız, serbest yorumlar yapıyorlar. Diğer ba’zı okuyucularımız da, yorumcu’ların yorumlarına yorum getiriyorlar. Böylece, sanal vasatta, tam bir arena kurulmakta, bu arena’da atış serbest... Bundan dolayı son derece memnûnum. Öyle ki, inat ve ısrarla, belli istikâmetlerde yorumlar’da bulunanlara iyi niyetle yaklaşıp, hüsn-ü zan’la cevap yetiştirmeye çalıştığımız, kimi muannid’lerin kimler olduklarını, pek faideli yorumlarıyla deşifre etmekteler, zaman zaman da, kendilerine hak’ettikleri cevapları vermektedirler.
Keşke, her yorumcu, “Dediğim dedik, çaldığım düdük,” diyerek, iddia ve görüşünde, bâtıl olduğu açıkça zuhur etmişken, ısrarlı olmasalar da, “Müsâdeme-i Efkâr’dan Bârika-i Hakîkat Çıkar,” tahakkuk etmiş olsa, ne güzel olurdu!
Kimi yorumcu’ların yorumları üzerine yorum yapan, “Seyyâre” remzini kullanan, Pek Değerli Kardeşim, kaçkın, yemek yediği canağı pisleyen, ihânet’le nankörlük’te hudut tanımayan, edepsizlik’te, ses duvarını aşan, “Edep yâhu” dedirten, birisine hak ettiği cevabı, ağzının payını verdiğin için, şükranlarımı sunarım.
Bu ve benzer’leri, bir şeyler öğrenebilmek, herhangi bir hatayı tashih edebilmek için, yorum ve izah getirmek yerine saplandıkları, bâtıl bataklığında, debelenmeyi tercih ediyorlar, debelendikçe de batıyorlar.
Bundan önceki hasbihaller’de, aynen bu zât gibi, dalâlet çukurunda debelenen, yazılarımızın tahrikiyle, debelendikçe daha da batan birisine, “bundan sonra seni tahrik etmemek üzere, yorumlarına cevap vermeyeceğim,” diye açıkca yazdığım halde, debelenmeye, ufûnetini etrafa yaymaya devam etmiştir.
Burada remzini dahî zikretmeden, yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermeden yorumunu cevaplandıracağım. Kim olduğunu kendisi biliyor.
“Süleyman Efendi Hazretleri’nin (K.S.) Silsilesi, Peygamber’imiz, salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizden i’tibâren, Haz.Ebû Bekr Es-Sıddîk radiya’llâhu anh Efendimizden i’tibâren, teselsül eden, Zikr-i Hafî Yolu’nun, aynı silsile’nin 15. Kutbu, 9. Kutub ve 1. Merkez, Kutbu’l-Aktâp, Abdü’l-Hâlık Gucduvânî (K.S.)’den sonra, 2. Merkez ve Kutbu’l-Aktâp, Muhammed Bahâüddîn Nakşibend (K.S.) Efendi Hazretleri’nin ismine izâfeten, Tarîkat-ı Nakşibendiyye-i Âliye’nin Silsilesi, “Silsile-i Saâdât ve Silsile-i Zeheb”, Silsilesi arasında, Hâlid-i Bağdâdî yoktur. Halid-i Bağdâdî’nin, Silsile-i Saâdât’ın, Silsile-i Zeheb’in, 28. Kutbu, Abdullah-ı Dehlevî’den “mücâz” olduğu, (Yâni, Abdullah-ı Dehlevî’den icâzet aldığı) da doğru değildir. Zikr-i Hafî yolunda, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye’de, icâzet usûlü yoktur (icâzet iddiası rol çalmaktır), Nasib-i Ezelî’siyle, Tensib-i İlâhî’ye mazhar olan, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmiller kendilerinden önceki Mürşid-i Kâmil’in tasarrufu nihayete erdiğinde, kendiliklerinden veya bir önceki mürşid’in delâletiyle vazife’ye başlarlar.
Silsile-i Saâdât, Silsile-i Zeheb arasında Ebû Said Fârûkî isminde bir zat’da bulunmamaktadır.
Hâlid-i Bağdâdî, isminin önüne bir “Mevlânâ” unvanı eklenerek sonradan, Silsile-i Saâdât’a, Silsile-i Zeheb’e, küflenmiş bir demir halka olarak ilâve edilmeye çalışılmışsa da tutmamıştır. Nitekim, Silsile-i Saâdât ve Silsile-i Zeheb, Abdullah-ı Dehlevî’den sonra, Hafız Ebû Said Sahib (K.S.) 29, Habîbullah Can-ı Cânân (K.S.) 30, Muhammed Mazhar İşân Cân-ı Cânân (K.S.) 31, Salâhuddîn İbn-i Mevlânâ Sirâcüddîn (K.S.) (Prof.Dr. Ahmed Akgündüz’ün, Tapular Yıkılıyor 2 adlı eserinde verdiği bilgiye göre, Salâhüddîn İbn-i Mevlânâ Sirâcüddîn (K.S.) Efendi Hazretleri, bugün Özbekistan’ın Nemangan şehrine bağlı, Tus kasabasından olup, İstanbul’a gelmiş, Pâdişah Sultan 2. Abdülhamîd ile de görüşmüştür. Ve Silsile-i Saâdât’ın, Silsile-i Zeheb’in, 33. ve son Kutbu, Süleyman Hilmi Silistrevî (K.S.) Efendi Hazretleri’dir.
Aslı-astarı olmadığı halde, Hâlid-i Bağdâdî’yi, Silsile-i Saâdât’a ve Silsile-i Zeheb’e yaymaya çalışanların, diğer argumanlarına da i’tibar etmemek lâzım...
- Merhûm, Of’lu Dursun Efendi Hazretleri, Devlet-i Aliyye’mizin yetiştirdiği büyük İslâm âlimlerinden birisiydi. Dersiâm’lık mertebesini bihakkın ihraz etmişti. Fakat, tasavvuf vâdisinde yoktu. Dolaysiyle, herhangi bir makama nisbeti de sözkonusu olmayacağına göre ne kendisi bir başkasından icâzet almıştır, ne de herhangi birisine icazet vermiştir.
Hanefî Fıkhı’nın en büyüğü, esâsen Fıkh’ın babası, kendisinden sonra gelen bütün fıkıh imamlarının imamı, İmam-ı A’zam Ebû Hanife Hazretleri ile Mahmud Efendi’yi mukâyeseye kalkmak, asıl absürd olan budur. (Eyne’s-Serâ Ve’s-Süreyyâ)...
Büyük Âlim, Dersiâm, Oflu Dursun (Dursun) Efendi Hazretleri’ne bu absürd mukâyeseyi yaptıranlar ise absürd’ün de absürdü durumundadırlar.
Kendisinin muasırı ve fakat kendisine, hased ve gıbta ile, muğber olanların dahî teslim ettikleri bir hususta, (Süleyman Efendi iyi adam, hoşsohbet, mütevâzî, nüktedân, fakat fazlaca müte’şerrî,” diyorlardı) bizzât veya bilvasıta, rahle-i tedrisinde bulunmuş, belki de ehil ve lâyık olmadığı halde, münhasıran, o mübârek Zât-ı Âlî Celil’in himmetiyle, vâiz’lik, müftülük imtihanı kazanmış, yıllarca memleketimizin muhtelif yerlerinde, vâiz’lik-müftülük yapmış, o mübârek zât’ın bir talebesi olarak i’tibar görmüş, İmam-ı Rabbânî Evlâdı, her fırsatta kendisine bir “Ağabey” olarak fevkalâde i’tibar etmiş bir zât, şimdi çıkmış bu mübârek zât’a buhtan’da bulunuyorsa, söylenecek tek şey vardır, “Fe Süpâne’llâh!”
“İsti’dat’a rağmen hacc’a gitmek isteyenlere izin vermedi,” demek, apaçık bir buhtan ve kuyruklu yalandır.
Hac yolu açıldığı yıldan i’tibâren en yakınında bulunanlardan, Merhûm, Konyalı, Mustafa Doğanbey, Merhûm Hacı Refik Bürüngüz, Merhûm Süleyman Kuşçulu, kendisinden izin alarak, muhtereme refika’larıyla birlikte hacc’a gitmişlerdir. İrtihaline kadar en yakınlarında bulunanlardan birisi, Anamur’lu, Merhûm Hacı Yusuf Beyamcaydı.
Bilindiği gibi, Hacc İbâdeti Müslüman’lara ömrî bir farz’dır. İst’itâ’sı olanlara ömür’lerinde bir kerre hacc etmeleri farz kılınmıştır. Daha sonraki hac ve umre’ler nâfile’dir.
Memleketimizde umreler ve nâfile hacc’lar, ne yazık, riyâ’ya, ucbe, yeni bir dinî statü kazanmaya vesiyle yapılmaktadır. Kendilerinin ve yakınlarının kurduğu seyahat şirketlerine para kazandırmak, şirkete getirdikleri beher hacı adayı başına yüklüce bir komisyon almak için, kimi yeteneksiz, ehliyetsiz, liyâkatsiz hoca’ların, câmia’larının seyahat şirketlerinin zarar etmemesi için kimi câmia mensup’larının nâfile hacc’ı körükledikleri bir vakıa’dır; Pek Muhterem Seyfeddin Alkan Hocamızın sohbetinin nâfile hacc ile alakalı olduğunu zannediyorum.
Hemen belirteyim ki, memleketimizde farz-ı Ayn’lar terkedilirken, def’alarca, nâfile hacc’a ben de karşıyım.
Muasır muğberlerinin bile insaf ve iz’an ile kendisinde tek nakîsa olarak “Müteşerrî” fazlaca şerî’atçıdır, diyebildikleri mübârek bir zât’a fütursuzca hakârette, iftira ve buhtanda bulunmanız için, çok büyük bir kuyruk acınız olması lâzımdır. Acınızı dindirmek için, boyunuzdan büyük işlere bulaşmış, sizler gibi, kin ve buğuz’la gözleri körleşmemiş, herkesin gördüğü ve takdir ettiği, Pek Muhterem ve Mübârek bir Zât’a ve O’na intisap edenlere, kapılanlara, on parmağında kapkara mürekkep, habire kara çalıyorsun!
Tıpkı, sizin gibi, Kur’ân-ı Kerim’deki, nifakla alakalı bütün âyet’leri, kendisi gibi düşünmeyen herkesi, “münafık”lardan olmakla yorumlayan, küfür ve kâfir’ler ile alakalı bütün âyet’leri, kendisi gibi düşünmeyen herkesi, küfürle-kâfirlik’le suçlayacak bir şekilde yorumladı.
Vefat ettiğinde, gözü dönmüş, hamakatte sınır tanımayan, taraftarları, tabutuna, hâşâ! “Hâtemü’l-Evliya” yazmıştılardı, Müslümanlar bu zâtı tebessümle karşılayıp, gönüllerinden bir fâtiha okumak bile geçmedi.
Tarikat, Mâverâü’ş-Şerîa, hakikate ulaşma yoludur. Şerî’at gemisiyle tarîkat denizinde seyrederken, geminiz sağlam değilse, deniz sâlim değilse, hakîkate ulaşmanız mümkün değildir.
Bu bakımdan, şerî’atte defosu olanın, tarîkatte işi olmaz. Hakîkate ulaşanlar için ise “Hasenâtü’l-Ebrâr, Seyyiâtü’l-Mukarrebîn,” denilmiştir. Yâni, (İyilerin güzellikleri (sevapları) Allah’a daha yakın olanlar için, kötülüktür, günahtır.)