YORUMCU’LAR’LA HASBİHÂL!... (2) 
Pek değerli kardeşim Mehmet Kacar, öncelikle belirtmeliyim ki, merhûm ve mağfûrun Leyh Beyağabeyimizin (Kemal Kacaar)ın soyadları, “Kacar”dır. 
“Kemal Kacar, Kacarlar Hanedanı’na mensûp ise demek ki Alevî’dir. O zaman cemaatiniz niçin Alevîler’den nefret ediyor?” tarzındaki faraziyenizi anlamakta ciddî güçlük çektim. İslâm Tarihi ve İslâm ülkeleri tarihi hakkında zerre kadar bilginiz olsaydı, günümüzde, İran İslâm Cumhuriyeti coğrafyasında bulunan, Isfahan, Şiraz ve Tebriz gibi nîce şehir’ler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin beşiğiydi. Sâsânî’ler’den beridir, İran’ın, Şiî, Förs ekalliyetinin hâkimiyyeti altında olduğunu mu zannediyorsunuz? “En azından, soyadını taşıdığınız, soyadı benzerliğiniz olan o büyük zât’a haksızlık ettiğinizin farkında mısınız?”
Bizim, Allah’ın Resûlü’nün ve ashabı’nın yolundan ayrılanların hepsine karşı olduğumuz, tüm Ehl-i Sünnet dışı hareketlere karşı olduğumuz, cümle âlemin ma’lumudur. Bu hususta Allah’ın emrine, Resûlüllâh’ın sünnetine ve Sahib-i Zaman Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin (Kuddise Sirruhû)’un, tüm İmam-ı Rabbânî Evladına bir ta’limat olarak verdiği, “Ey İslâm Toplumu! Biz, (Ben ve bütün İmam-ı Rabbânî Evlâdı) hayatta olduğumuz müddetçe, ashab-ı Resûlüllâh’a kim tazib edebilir, ashab-ı Resûlüllâh’a kim iftira edebilir?” bu vasiyeti yerine getirmek için, Ehl-i Sünnet dışı bütün cereyan’larla mücadele ederiz. 
- Lâedrî rumuzuyla yorum yapan pek değerli kardeşim. İfrat ve tefrite düşmekten Allah’a sığınırım. Cennetmekân, Merhum ve Mağfûr, Beyağabey, (Kemal Kacar) hakkında ifrata varan medhiyeler’de bulunduğumu aslâ kabul etmiyorum. Hatasıyla sevabıyla, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’na 41 yıl hizmet etme şerefine ermiş birisi hakkında yazılanlar, sizi niçin bu kadar rahatsız etmiştir, anlamakta fevkâlâde güçlük çekiyorum. 
Hakk’ın ıhkâkı ve izhârı, bâtıl’ın iptali zımnında, çok şey bilip sükût etmek, “Hakk karşısında susan dilsiz şeytan’dır,” Hadis-i Şerif’in mâsadakı değil midir? Böyle bir durumu bana ne hakla tavsiye edebiliyorsunuz? 
Yaşınızı, İmam-ı Rabbânî Evlâdı adasındaki geçmişinizi bilmiyorum. Ancak, en az, sizin kadar Ali Dayı’yı ve Merhûm Demirci Hoca Mustafa Özdemir’i tanıyorum. Bendeniz de kendileriyle, Ali Dayı ile, Çamlıca Tepesi’ndeki gecekonduda, gaz lambası ışığında, geceler boyu sohbette bulundum. Merhûm Demirci Hoca ile pek çok’larının Cüzzamlı’lardan kaçtıkları gibi kendisinden uzaklaştıkları bir devirde, kendisini, başında bulunduğum Kurs’ta, beher tekâmül döneminde en az, on beş gün misâfir ederek günler geceler boyu sohbet ettim. Her ikisi de aslâ sizin iddia ettiğiniz şeyleri söylemediler. 
- Hasan rumuzuyla yorum yapan değerli kardeşim, “Bahsettiğiniz yüce zât bir ilk mektep’te Türkçe hocalığı yapmış en son bunu bir çok talebesinden dinledik siz ayrı şey yazıyorsunuz?” 
Hani, derler ya! Cehl’in bu kadarı ancak tahsil ile mümkün olur. Hangi birisini tashih edelim. Müceddid, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri, devrinin, İbtidâiye’den başlayarak en yüksek kısmına kadar bütün mertebelerini hep birincilikle bitirdi. Dersiâmlık mertebesini ihraz etti, Rüûs imtihanını kazanarak bugünkü karşılığı Profesörlük olan Süleymaniye Medrese’lerinin Âli kısmında ders okutma salahiyetini elde etti. Ayrıca, bugünkü karşılığı Hukuk Fakültesi olan Medresetü’l-Kuzatı da bitirdi. 
03.Mart 1924’de medreseler kapatıldığında, Süleymaniye Medresesinde, (Sahn-i Semân) Medresesinde Hadis ve Tefsir Müederrisi (Profesörü) olarak ders veriyordu.
Medreseler lağvedilince pekçok arkadaşı, hususiyle Mederese-i Kuzât Me’zunu da olanlar, Mahkeme-i Temyîz azalığı, Şûrâ-i Devlet azalığı, hâkim, Müddeîumûmî (Cumhuriyet Savcısı), dileyenler de, herhangi bir şarta, staja, imtihana tâbi olmaksızın avukat oldular. Efendi Hazretleri’nin arkadaşlarından pek çoğu kendilerine sunulan bu makamlardan birisini tercih ettiler. Efendi Hazretleri, hiçbir makam ve mansabı kabul etmeyip elinin tersiyle itmiş, Yüce İslâm Dini’ne hizmet yolunda meşakkate tâlip olmuştur. 
İlk Mektep Hocalığı da elbette çok şerefli bir meslektir. Ancak, Süleyman Efendi Hazretleri hayatlarının hiçbir döneminde ilk mektep hocalığı yapmamıştır. 
- Sürekli yorumcularımızdan pek değerli kardeşim Yusuf Kubat Beyefendiye: Denizcilik’de bir ta’bir vardır; “Gemi bir kerre demir taradı mı nerede duracağı, nereye çarpacağı belli olmaz.” Bahse konu zevât, aynen demir taramış gemiler gibiler ne söylediklerine ne söyleyeceklerine bakılmaz.
- Said Kürdî’nin ismine vefatından 52 sene sonra, Muhammed Said’de derler, “Ben iki artı ikinin dört ettiği gibi Mehdî’nin Said Nursî olduğuna, inanıyorum da” der. Aslında bu söylenenler yeni değildir; “Madem ki Risâle-i Nur bu zamanın bir Mürşididir; talebeleri de bir vird-i ekber olabilir, diye kaleme aldım. (Sikke-i Tasdîki Kalbî, Sözler Neşriyat 2004 Baskısı S/29) 
Risâle’lerinde sık sık, zamanın tarikat ve tasavvuf devri olmadığını söyleyeceksin, sonra da aynı risâleleri “Müceddid” ilân edeceksin, Risâleler nesneldir, aslâ onlara müceddidlik izâfe edilemez. “İstemem, yan cebime koy,” mantığı, ömründe birgün bile seyr-i Sülûki olmayan, tarikatı, şeyh’i, teselsülü, nisbeti sahihası bulunmayan birisi nasıl müceddid olacakmış! Fe Süphâne’Allah! 
“Ümmetin beklediği âhir zamanda gelecek zâtın üç vasifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan imanı tahkîkî’yi ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak... O mübârek zât, Risâle-i Nur’u bir program olarak neşr ve tatbik edecek... 
O zât’ın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbîk etmektir. Birinci vazifesi maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlas ve sadâkatle olduğu halde bu ikinci vazife gâyet büyük bir maddî kuvvet ve hâkimiyet lazımdır ki, o ikinci vazife tatbîk edilebilsin... 
O zât’ın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiye’yi İttihad-ı İslâmı bina ederek İsevî ruhânî’leriyle ittifak edip, Din-i İslâm’a hizmet etmektir. “Elhâsıl: O gelecek zât’ın ismini vermek üç vazifesi birden akla geliyor, yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan Nurdaki ıhlas zedelenir, avâm-ı Mü’minin nazarında hakîkatların kuvvetli bir derece noksanlaşır, yakîniyyeti bürhâniye dahî Kazây-i makbul’deki zann-ı Gâlibe ınkılap eder, daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehli imanda görünmemeye başlar, ehli siyâset evhama ve bir kısım hocalar i’tiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki müceddid’dir, onun pişdarıdır denilebilir.” (Aynı eser S/10) 
İnşâ Allah! Yukarıya aldığım Said Kürdî’ye ait paragrafları anlayabilmişsinizdir. Benim anlayabildiğim kadarıyla, dünya’nın sonunda, kıyâmet yaklaştığında gelecek zât’ın (Mehdî)’nin üç önemli vasfından, vazifesinden bahseder. Her üç vasfın ve vazife’nin risâle-i Nur’larda olduğunu, risâle-i Nur’ların bu vasıfları taşıdığı ve bu vazifeleri gördüğü ifade ediliyor. Öyleyse Risâle-i Nur’lar ve pek tabibî Risâle-i Nur’ların müellifi olan zât, âhirete yakın geleceği vaadedilen zattır, mehdî, Said Kürdî’dir... 
MEHDÎ’LİK MES’ELESİNE GELİNCE: 
Kendisi hidayete ermiş ve başkalarının hidayetine sebep ve hidayetleri için gayret sarf eden, ma’nasına gelen “Mehdî”, “Mehdî’lik” esas i’tibâriyle her devirde vardır; “Her bir fir’avn’ın karşısında bir Mûsa vardır,” denildiği gibi, “Her bir mubtîl’in karşısında da bir muhîk vardır. Her bir deccal’in devrinde de bir mehdî vardır.” 
Sahib-i Zaman, Müceddid, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ve Medâr Mürşid, Tasarruf-u Zâhirî ve Cismânî, Tasarruf-u Hakîkî ve ruhânî’de bulunduğu devirlerin, tüm deccal ve mubtîl’lerin karşısında mehdî’lik vazifesi de gördüğü için bu devirlerin mehdî’sidir. 
Hicrî 13. yüzyıl’ın sonlarında ve 14. Asr’ın başlarında Tecdîd ile vazifeli, Tasarruf-u Hakîkî ve ruhâniyye’ye geçtikten sonra da, tecdidi elyevm, devam eden ve İlâ Mâşâ Allah! devam edecek olan, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri elbetteki bu devirlerin Mehdisidir de... 
Kıyâmet’in büyük alâmetleri arasında sayılmasa da, pekçok râvî’nin rivâyet ettiği ve yine pek çok Hadis Külliyatında yer verilen hadis-i Şerif’lere göre, Hazret-i İsâ’nın nüzulünden önce gelecek ve yeryüzünde, pekçok kerâmet’lerle, hükmedecek, kendisinden önce, yeryüzü zulüm ve haksızlıklarla dolu iken, o’nun devrinde adaletle ve zenginliklerle dolacak olan ve Peygamber’imizin neslinden, Ehl-i Beyt’den birisi... 
Ebû Davud ve Tirmizî’nin Abdullah radiya’llâhu anh’den rivayet ettikleri Hadis-i Şerif’te, Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: 
- Dünya’da (kıyâmetten önce) tek bir gün kalmış olsa bile, Cenab-ı Hakk o günü uzatır (kudretiyle), Ben’den, Benim Ehl-i Beyt’imden, ismi ismime uygun, babasının ismi babamın ismine uygun birisini gönderir, daha önce nasıl dünya zulümle, kötülüklerle doldurulmuş ise bu zat’da adaletle doldurur.” (Gönderileceği rivayet olunan Mehdî’nin isminin Muhammed, Babasının ismi’nin de Abdullah, olduğunu söylemeye gerek var mıdır?) 
Ebû Said’in rivayetine göre, Nebî salla’llhahu aleyhi ve sellem bir başka Hadis-i Şerif’te şöyle buyurmuştur: 
“Mehdî bendendir, alnı açık, burnu hafif yumuk (Minkârî dedikleri) daha önce yeryüzü zulüm ve kötülüklerle doldurulduğu gibi, Mehdî de adaletle doldurur ve yeryüzünde yedi sene hükmeder.” 
Ümm-ü Seleme Vâlidemiz, radiyallâhu anhâ’nın rivayet ettiği bir başka Hadis-i Şerif’te, “Mehdî, Benim Ahfadım’dan-Torunlarımdan ve Haz.Fâtıma’nın oğlu, Hazret-i Hasan’ın neslindendir,” buyurmuştur. (Ebû Davud ve Hâkim rivayet etmiştir.) 
Ali radiya’llâhu anh’den, Haz.Ali buyurmuştu ki: 
“Oğlu Hasan’a bakarak: Muhakkak ki, şu benim oğlum Hasan, Nebiyyi Zîşân salla’llâhu aleyhi vesellem’in isimlendirdiği gibi “Seyyid”dir; Yakın bir gelecekte o’nun sulbünden bir zât gelecek, Nebî’nizin ismiyle isimlendirilecek, ahlâk’ta, Nebiyy-i Zîşan’a benzeyecek, yaratılışta, sûrette ona benzemeyecek.” (Bütün fiillerde ve işlerde ahlâk ve tavırda Nebiyye benzer, fakat hilkat ve surette asla benzemez.) 
Şimdi anladınız mı, Said Kürdî’nin isminin Muhammed Said olduğu iddialarını, mezar taşlarından seçere çıkararak, Said Kürdî’nin, Evlâd-ı Resûl’den, hem seyyid hem de şerif olduğunun ispat gayretlerini... 
Azîz kardeşim Yusuf Kubat Beyefendi. Said Nursî (Kürdî)’yi, yıkama-yağlama dezenfekte vazifesini üstlerine alanlar, bu hakîkatler karşısında derîn bir sükûtü tercih edip köşelerine çekilmezlerse, bundan sonra kendilerine verilecek cevapları daha iyi idrak edebilmeniz için lüten aşağıda vereceğim çok kısa izahata dikkat etmelisiniz... 
Akıl, Mahall-i Teklif’tir; Aklı olmayanlar, inanma, fiil, amel ve ihlas ile mükellef değildirler. (Aklı olmayanın dini de yoktur) sözü divâne’lerin, hiçbir dinî mükellefiyetle mükellef olmadıklarını ifade etmek için kullanılmıştır. 
Yoksa, herhangi bir Müslüman, hele hele, büyük bir İslâm âlimi olduğu iddiasında olan birisi, “Bana ihtar olundu, bana okundu, bana vasıtasız olarak vahyedildi.” diyebilir mi? 
Kadîm bir Yahûdî öğretisi Hurûfî’liği benimseyip, Allah’tan başka hiçbir kimsenin vâkıf olmadığı-olamayacağı, Cenab-ı Hakk’ın “Kıyâmet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun, diye onu (kendimden) gizleyeceğim.” (Tâhâ 20/15) buyurduğu halde, Ebced hisabıyla kıyamete takvim hazırlayabilir mi? 
Aklı başında hiçbir müfessir, cihanşümûl, kıyâmete kadar bütün zamanlara ve mekânlara şâmil, Kur’ân-ı Kerim’deki ba’zı âyetleri, münhasıran, kendisine ve yanındaki az sayıda insanlara delâlet ettiğini söylesin? Âyet-i Kerime’leri bu istikâmette yorumlasın? 
Aziz kardeşim Yusuf Kubat Beyefendi. Yazılarımı halâ daktilo ile yazan birisiyim, e-mail adresim bulunmuyor. Gazete’nin e-mail adreslerinden veya şimdiye kadar ulaştığınız yollar’dan bize ulaşabilirsiniz. Değerli fikirlerinizden a’zamî derecede istifade olunacak ve size dönülecektir.