AHISKA ve AHISKALI TÜRKLER

Ahıska, Ardahan ilimiz sınırına 15 km. mesafede, Gürcistan siyasî sınırları içinde, 300 yıl beylik merkezi ve 250 yıl da Osmanlı Devleti’nin Çıldır Eyaleti’ne başşehirlik yapmış tarihî bir şehirdir. 

Abastuban, Adigön, Aspinza, Ahılkelek, Azgur ve Hırtız gibi kasabaları ve bunlara bağlı 200 kadar köyü vardır. Posof Çayının iki yakasında yer alan şehir, karayoluyla Tiflis, Batum ve Türkiye’ye; Türk sınırının çok yakınına kadar uzanan bir demiryolu ile de Tiflis’e bağlıdır. Gürcistan Tarihi, Büyük İskender’in Kafkasya’ya geldiğinde, buralarda Bun-Türk ve Kıpçakların yaşadığını haber vermektedir. Ahıska Türklerinin ataları, önceleri buralarda yaşayan Türk unsurlarıyla, 12. yüzyılın başlarında, Kafkas dağlarının kuzeyinden gelerek, Kür ve Çoruh ırmakları boylarına yerleşen Kıpçak Türkleridir. Alp Arslan ve Melikşah’ın Kafkasya seferleri sırasında buralara Oğuz oymakları da yerleşmiştir. Kafkasların kuzeyinde yaşayan Kıpçak Türklerini davet etmiş, onları Kür ve Çoruh boylarına yerleştirmiş ve onların çıkardığı güçlü ordularla ülkeyi korumuştur. Gürcistan, Kral Tamar çağında Kutlu Aslan ve Ak Buğa gibi Kıpçaklı asker ve devlet adamlarıyla en güçlü çağını yaşamıştır.
Gürcülerle din birliği bulunan Kıpçak Türkleri, zamanla güçlenmiş ve 1256-1353 yılları arasında hüküm süren İlhanlılar çağında, 1267 yılında Tiflis’e karşı beyliklerini ilân etmişlerdir. Kıpçak Çıldır Atabekleri denilen bu beyler, Posof-Caksu, Altunkale, Ardanuç ve Ahıska gibi merkezler ve çevresini yurt tutup Gürcistan’dan ayrıldıktan sonra, bu ülke de kuvvetten düşmüştür. Ahıska Kıpçak Atabekliği, Gürcü kaynaklarında Sa-Atabago (Atabek Yurdu) olarak geçmektedir. 16. yüzyılın başlarında Ahıska Atabekleri Hükûmeti’nin sınırları Azgur’dan Kars, Artvin, Acara, Tortum, İspir ve Erzurum’a kadar uzanıyordu. Bugünkü halk kültüründen de anlaşılıyor ki, Ahıska Türkleri ile Posof, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Yusufeli, Tortum, Narman ve Oltu halkı aynı köktendir.
Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevî nüfuzu altında kalan Ahıska Atabeklerinin toprakları, Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Kafkasya Seferi sırasında 1578 yılında Osmanlı ülkesine katıldı. Bu fetihten sonra, Ahıska şehri, yeni kurulan Çıldır Eyaleti’nin başşehri oldu. 250 yıl boyunca Osmanlı eyalet merkezi olan Ahıska şehri, ne yazık ki 1828 yılı Ağustos ayında cereyan eden Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusların eline düştü. Ahıskalıların vatanını savaşarak alamayan Ruslar, bir gece vakti şehri ateşe vererek, küller içinde ele geçirdiler. Bu savaş, Ahıska halkının şanlı mücadelesi olarak tarihe geçmiştir: Ahıskalı Türkler, Türk celâdet ve kahramanlığını Ruslara göstermiştir. Dünya savaş tarihinde Türklere en büyük bir celâdet sahifesi açan Ahıska Kalesi savunmasında, Rus askerî yazarlarının dedikleri gibi, kadınları dahi, azap melekleri gibi, ellerinde yalın kılınçlarla Rus askerlerinin üzerine Jan-Dark gibi ilahi bir yiğitlikle atılıyorlar, kanlara bulanarak ateşler içinde yanarak, vatanları uğrunda tatlı canlarını Cenabı Erhamerrahimîne teslim ediyorlardı.
Rus, Gürcü ve Ermeni ittifaklı Hıristiyan zulmü sebebiyle, Anadolu’ya doğru başlayan göçler yüzünden Türk nüfusunun bir kısmını kaybeden Ahıska, 1944 sürgününe kadar Türk kimliğini muhafaza etti.
Çarlık rejimi altında doksan yıl kalan Ahıska ve çevresi, her türlü kültürel ve medenî gelişmelerden mahrum kaldı. Askere alınmadıkları için askerlik sanatını ve yurt savunmasını öğrenemediler. Rus, Gürcü ve Ermeniler, bu bölgede yaşayan Müslüman nüfusu yok etmek için elden geleni yaptılar. Baskı ve zulümle halkı göçe zorladılar. Bugün Anadolu’nun muhtelif yerlerinde bu Ahıska muhaciri ailelere tesadüf edilebilir.
Ahıska ve çevresi, 1918 Kasım ayında Kars’ta kurulan Millî Şura Hükûmeti’ne katıldı. Bölge halkı, bir yandan da, mahallî önder -Kıpçak Atabekleri neslinden- Osman Server Atabek’in komutasında işgalcilerle mücadeleye başladı. General Kvinitatze komutasındaki nizamî Gürcü ordusu, Azgur Boğazı doğusuna (asıl Gürcistan’a) atıldı. 1921 Şubatında Halit Paşa komutasındaki Türk askeri Ahıska’ya girdi. Ne yazık ki 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Antlaşması, Batum’la birlikte Ahıska’yı da yeniden anayurttan ayırdı. 
Gürcistan’ı da kollarına alan ahtapot Komünist Rus rejimi, bölge halkı üzerinde adeta tarihî intikam alma sürecine girdi. Bu baskı ve şiddet, Gürcü asıllı Sovyet diktatörü Stalin zamanında, bilhassa 1937 yılından itibaren daha da arttı. Halkın ileri gelenleri ya sürüldü veya öldürüldü. Bölge halkının Türk kimliği kabul edilmedi. Ana dilleriyle okumaları yasaklandı. Hürriyetleri kısıtlandı. Rus ve Gürcü kültürü içinde eritilmek estendi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, eli silâh tutanları cepheye süren Stalin, geride kalan kadın ve çocukları da yol inşaatında çalıştırarak Ahıska’ya demiryolu getirdi. Bu yol yapımında çalışanlar, yaptıkları yolla gelecek trenlerin, kendilerini ezelî yurtlarından söküp çok uzaklara götüreceğini bilmiyorlardı.
15 Kasım 1944 tarihi, Ahıska Türklüğünün en kara günüdür. Zira bu tarihte onlar, Stalin ve Beriya ikilisinin tezgâhıyla, tarihin en utanç verici sayfalarından birine yazılmışlardır. Gece yarısı köyleri basan ordu birlikleri, halkı, bir iki saat içinde toplayıp trenlere doldurdu ve Orta Asya ülkelerine gönderdi. 
İkinci Dünya Savaşı yıllarında sürülen bütün milletler, kendi yurtlarına döndükleri hâlde, Ahıska Türklerine bu hak verilmedi. Bugün yarım milyon civarındaki Ahıskalı Türk, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Ukrayna, Sibirya, Amerika ve Kuzey Kafkasya ülkelerinde darmadağınık bir hâlde hayat mücadelesi vermektedirler.
Gürcistan, Avrupa Konseyi’nin delâletiyle 2007 yılında çıkardığı vatana dönüşle ilgili kanunu uygulamamak için her türlü oyuna başvurmaktadır. Türk siyaseti ve medyası tarafından bir türlü anlaşılmayan ve görülmeyen bu millî dava orta yerde durmaktadır.
(Kayseri’de Yayınlanan Erciyes Dergisi, Ekim 2012, Sayı: 418. sayısında yer alan ÜLKÜ ÖNAL’ın makalesinden ve YUNUS ZEYREK’in AHISKA ARAŞTIRMALARI isimli kitabından yararlanılmıştır.)    



BİR ŞİİR:
Perdeleri örtük,
Lambaları sönük,
Sırtında yıllar yük,
Hatıraları kırık dökük,                      
Bir yer olacak orada,
Adı, Kerkük...
ÂRİF NİHAT ASYA



KÜÇÜK YABGU:
Mete Han’ın ölümünden sonra Hun Türkleri arasında ayrılıklar başladı. Topluluğun bir kısım önderleri, Çin hâkimiyetine girmeyi teklif ediyorlardı. Mete Han  soyundan gelen Çiçi (Çiçik = Kiçik = Küçük) Han ise  bağımsızlığı savunuyordu. 
M.Ö. 55 yılında, emrindeki kuvvetlerle, ülkenin batı kısmına çekildi. Tanrı dağları ve Issık Göl civarında yaşayan toplulukları hâkimiyeti altına aldı. 
O artık Küçük Yabgu olarak anılıyordu. 
Küçük Yabgu’nun güçlenmesi, Çinlileri rahatsız etti. Üzerine 70.000 kişilik bir ordu gönderdiler. Küçük Yabgu, 1.500 kişilik ordusu ile karşı koydu. Bu mücâdele, Türklerde bağımsızlık duygusunun oluşmasına ve kendilerine güven  duygusunun gelişmesine yol açtı. 
Savaştan önce Küçük Yabgu şu konuşmayı yapmıştı:
“Boyun eğmeyeceğiz. Atalarımız bize geniş ülkelerle birlikte, bu topraklarda yaşayan, soyumuza mensup insanların hürriyetlerini de emânet ettiler. Bu emânetleri korumak vazifemizdir. Vazifemizi ifâ ederken ölsek bile milletimiz yaşayacak. Kahramanlığımız yüzyıllar sonra da anlatılacaktır.”  
Bu konuşma ile ortaya konulan düşünce, Türk Milleti’nin millî politikası olmuştur. Küçük Yabgu, savaşa girerken söylediği gibi kahramanca öldü. Fakat şânı, günümüze kadar devam etti. O, şanlı tarihimizdeki büyük Türkçülerden biridir.  


TÜRK DÜNYASINDA ORTAK İLETİŞİM DİLİ
YAVUZ TANYERİ 
Dünyadaki bütün Türklerin birbirlerini kolayca anlayabilecekleri bir dili kullandıkları, Türkiye’den Özbekistan‘a giden bir Türk’ün oradaki soydaşlarımızla hiç zorlanmadan anlaştığı, Tataristan’dan Ege Üniversitesi’ne gelen bir Kazan Türk’ünün ilk yıl Türkiye Türkçesini öğrenmek mecburiyetinde olmadığı ve Gagauzya’da, Kazakistan‘da yayın yapan televizyonların tâkip edilebildiği bir Türk dünyasını düşünebiliyor musunuz? Türk’ün Türk’ten kopmadığı, ayaklarını yere daha sağlam bastığı ve dünyadaki üç yüz milyona yakın soydaşının verdiği manevî güçle işe koyulduğu bir Türk dünyası… 
Türklerin dünyanın birçok alanına yayıldığının farkında olan ve yüreği birliği arzulanan Türk dünyasında atan herkes, bugün ortak Türk dilinin neden oluşturulamadığı konusunda yakınıp duruyor. Bu yazımda, ortak bir Türk Dilinin neden oluşturulması gerektiğine, niçin şimdiye kadar oluşturulamadığına ve nasıl oluşturulabileceğine değinmek istiyorum.
Ortak Türk Dili neden kurulmalıdır?
Türk dünyasındaki dil ile ilgili bu farklılıklar, şüphesiz bizim kültür, tarih, soy, millet birliğimizi de derinden etkilemiştir. Özellikle Sovyetler Birliği döneminde Rusların hâkimiyeti altında yaşayan soydaşlarımıza Rusça öğretilmiş ve onlara ‘Sen Türk değil Azerisin, Özbeksin, Tatarsın, Kazaksın…’ denilerek, onları Türk dünyasından koparmak istemişlerdir. İran’da yaşayan Oğuz boylu soydaşlarımız, Farsların baskılarına mâruz kalmışlar, genç Türk çocukları Farsça eğitim almak mecburiyeti ile karşı karşıya getirilmişler ve sonuçta Türkçeyi Farsça ile iç içe kullanacak hâle gelmişlerdir. Kerkük’teki Türkmen yiğitleri, emperyalist güçlerin alçakça politikalarına kurban gitmiş, kutlu Türkçelerini Arapçayla iç içe kullanmaya başlamışlardır. Buna benzer biçimlerde, dünyanın dört yanındaki Türkler, çeşitli baskılar altında kalmışlar ve dayatmalar sonucu öz dillerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıla gelmişlerdir. Bizlerin amacı, bütün Türk dünyasında rahatça konuşulabilecek ve yazıya aktarılabilecek ortak bir Türk dili oluşturmaktır. Çünkü dil, bir milletin temel taşlarından biridir. Çünkü dilini kaybeden milletler, benliklerini de kaybederler. Biz, benliğimizi kaybetmemek adına mücâdele ediyoruz. Bunun için, İkinci Göktürk Devleti dönemindeki gibi, bütün Türklerin tek çatı altında yaşayabileceği günlerin özlemini duyduğumuz bir dönemde, o günleri yaşayacağımız zamana hazırlık yapmak için şimdiden Türk dünyasının bir ortak dile kavuşması gerektiğini düşünüyoruz.
Ortak Türk Dili niçin şimdiye kadar oluşturulamadı?
Tarihin eski dönemlerinden beri, biz dünyaya düzen verdikçe, düşman kazanmışızdır. Bugüne kadar birçok milletle savaşmış, karşı karşıya gelmişizdir. Bunun için dünyada bizi gerçekten sevenler kadar, sevmeyenler de vardır. Bugün Çinliler, hâlâ Doğu Türkistan’daki soydaşlarımıza akıl almaz eziyetler etmektedirler. Rusya, hâlâ Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan Türk devletlerine baskı yapmaktadır. Avrupa Birliği ve ABD gibi dünyanın birçok güç odağı, Türklerin dünya üzerinde yeni bir güç odağı oluşturmalarını istemezler. Bunun için, gerek Türk birliği gerekse de Türklüğün yücelmesi için atılması düşünülen bütün adımlar, Türk karşıtı odaklarca çeşitli yollarla engellenmeye çalışılmaktadır.
Dünyadaki Türk devletlerinden, dünya siyasetinde en etkili olanı şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Diğer Türk devletlerinin çoğu, bağımsızlığını yeni kazanmış veya özerk devletler kurmuştur. Henüz tam bağımsızlık ve iç denetim anlamında bile eksikleri bulunan Türk devletlerinin çoğu, iç ve dış problemlerini aşıp dünya Türkleriyle buluşma imkânı bulamamıştır. Hem dış devletlerin baskısı hem de ekonomik ve siyasî anlamdaki güçsüzlük, bugüne kadar Türk dünyasında belli anlamda birliğin sağlanabilmesini zorlaştırmıştır. Ayrıca baskıların getirmiş olduğu kötü bir ortam, bugüne kadar ortak Türk dilinin oluşturulmasına engel olmuştur.
Ortak Türk Dili nasıl oluşturulur?
Yıllar sonra üzerindeki baskıları atmayı başaran Türk devletleri, gün geçtikçe güçlenmekte ve sanat, edebiyat, spor, kültür etkinliklerinde kendini ileriye taşımaya çalışmaktadır. 
Ortak Türk Dili’nin kurulması için, ön şartlardan biri; ‘Ortak Türk Alfabesi’dir. Bu konuda, son zamanlarda çalışmalar yapılmış ve 34 harfli Ortak Türk Alfabesi oluşturulmuştur. Bugüne kadar bu ortak dilin oluşturulamama sebeplerinden birisi de, alfabe ortaklığının olmamasıdır. Latin, Kiril ve Arap Alfabeleri’nin kullanıldığı Türk dünyasında, bugün neredeyse bütün Türk devletlerinde Latin Alfabesi‘ne geçilmiştir. Son olarak Gagauzlar, Kiril Alfabesi’ni bırakıp Latin Alfabesi‘ne geçiş yapmışlardır. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki, bugün Türkçe için en uygun alfabe Latin Alfabesi’dir. Bütün Türk devletlerinde Latin Alfabesi’ne geçişin tamamlanması, ortak dil oluşturma çalışmaları açısından çok sevindirici bir gelişmedir. Bütün Türk lehçelerindeki sesleri karşılayabilecek ortak Türk Alfabesi, şu harflerden oluşmaktadır:
a, b, c, ç, d, e, ä, f, g, ğ, h, x, ı, i, j, k, q, l, m, n, ñ, o, ö, p, r, s, ş, t, u, ü, v, w, y, z
Bugün, ortak Türk Dili oluşturma çalışmaları içerisinde, bütün Türk devletlerinden yukarıdaki 34 harften alınarak oluşturulacak bir alfabe kullanılmaları istenmektedir. Gün geçtikçe, durum buna doğru yaklaşmaktadır. Ortak Türk Alfabesi’ndeki ‘ä’ harfi, ‘kapalı e’ sesini; ‘x’ harfi, ‘gırtlak h’ sesini; ‘q’ harfi, ‘kalın k’ sesini; ‘ñ’ harfi, ‘nazal (burun) n’ sini karşılamaktadır. Bu farklılıklar, Türk lehçelerinin ses yapılarındaki farklılıklardan doğmaktadır. Aslında bu Ortak Türk Alfabesi’ndeki nazal n (ñ) gibi harflerin karşıladıkları sesler, bugün Anadolu’da da yaşamaktadır. Özellikle İç Anadolu Bölgesi’nde burundan çıkan ‘ñ’ sesini, bu harf karşılamaktadır.
Türkçenin bugün dünya üzerinde farklı bölgelere yayılmış kollarının, ortak bir iletişim dili oluşturabilmesi, bugün yaşayan Türk lehçelerinin korudukları söz varlıkları ve yapıları dolayısıyla daha kolaydır. Kazakistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Yakutistan; Türkiye Türkçesinin söz dizimleri hep aynıdır. Ayrıca Türkçenin bu kolları arasında, büyük bir ‘söz varlığı’ ortaklığı bulunmaktadır. Bütün Türk lehçelerindeki fiiller, Türkçe kökenlidir. Zamirlerin neredeyse hepsi, Türkçe kökenlidir. Sayılar, bütün Türk illerinde ‘bir’den başlayıp ‘milyar’a kavuşuncaya kadar aynıdır. Renk adları, üç aşağı beş yukarı aynıdır. Ayrıca ‘temel kemeler’ dediğimiz ‘burun, ağız, dağ, taş, gök, yeşil, kuş, bulut…’ gibi kelimelerin neredeyse hepsi, bütün Türk dünyasında ortaktır. Lehçeler arasında, yalnızca ‘ses’ boyutunda farklılaşmalar vardır. Mesela Türkiye Türkçesinde ‘yeşil’ olan renk adı, diğer Türk lehçelerinde ‘yaşıl, jasıl, caşıl’ biçiminde kullanılmaktadır. İşte bu hem yapı hem de söz varlığı boyutundaki büyük ortaklık, Türk lehçelerinin bugün kolaylıkla bir ortak iletişim dili oluşturabileceği konusunda, bize umut vermektedir.
Bunun bir tek yolu vardır: Türk şiveleri – lehçeleri içerisinden birini, ortak Türk Dili yapacağız. Peki, bu Türk lehçesini kim seçecek? Türkologlar mı, Türk Dil Kurumu mu, devlet başkanları mı, yoksa biz mi? Yoksa bütün Türk lehçelerinden toplanacak kelimelerin birleştirilmesiyle yeni bir dil mi oluşturulması gerekiyor? Elbette bu, böylesine bir yolla veya seçimle olacak bir iş değildir. Dil, canlı bir varlıktır ve bu ortak dil oluşturma sürecinin de aynı canlılık içerisinde olması gerekir. Netice itibâriyle, ortak dil oluşum sürecini, tabîi akışı içinde beklememiz gerekiyor.
Türk şivelerinden – lehçelerinden birinin, ortak Türk Dili olabilmesi için, bütün Türk dünyasının etkileşim içerisinde olması gerekiyor. Etkileşim olmadığı sürece, ortak Türk Dili’nin tabî olarak oluşması imkânsızdır. Bunun için, oturup da bütün Türk lehçelerinden birkaç sözcük alıp yeni bir ortak iletişim dili oluşturmak yerine, Türk topluluklarının etkileşimi dolayısıyla dillerin de etkileşimini gerçekleştirmek ve bunun tabî bir sonucu olarak ortak bir Türk Dili’nin oluşmasını sağlamak gerekir. Türk illerinin, birbirleriyle etkileşiminin sağlanması çok yönlü olabilir. Farklı Türk illerindeki gençler, üniversitelere yerleştirilir.  Türklük bilimciler bu konularda araştırmalarına devam edip Türkoloji toplantılarını artırırlar.  Türk illerine geziler düzenlenir.  Bütün Türk illerinde farklı Türk illerinden gelen öğrencilerin okuyabileceği okullar açılır. Ortak kültürümüzün ürünleri olan edebiyatımıza ait eserler mesela Dede Korkut Destanları farklı Türk illerinde farklı Türk lehçeleriyle basılarak dağıtılır.  Türklüğü ve Türklük değerlerini anlatan belgeseller, filmler çekilip bütün Türk lehçeleriyle seslendirildikten sonra her Türk ilinde bunlar gösterime sunulur. Herkesin kolayca erişebileceği internette büyük Türk otağları kurulur. Devlet başkanlarının Türk toplulukları arasındaki iletişime her yönden destek olması sağlanır.
Yukarıda sıralananlar yapılırsa, ortak iletişim dilimiz kendi tabiiliği içerisinde oluşur ve bütün Türk dünyası uyanıp yeniden dünyada büyük bir güç hâline gelir. İnanın bu hiç de zor değil. Tam tersine çok kolay. Ahmet Bican Ercilasun hocamızın ‘Ortak İletişim Dili ve Ortak Alfabe Üzerine’ başlıklı makalesinde şöyle yazıyor: ‘Bir Türkiye Türk’ü ile bir Azerbaycan Türk’ü birkaç saat içinde; bir Türkiye Türk’ü ile bir Türkmen, Kırım, Özbek veya Uygur Türk’ü 7-10 gün içinde; bir Türkiye Türk’ü ile bir Tatar Türk’ü 15 – 20 gün içinde; bir Türkiye Türk’ü ile Kazak, Kırgız ve Başkurt Türk’ü bir ay içinde % 70-80′lik anlaşma seviyesine ulaşabilmektedir.  Yani buradan anlaşılacağı üzere, bütün Türkler çok sıkı ilişkiler içerisinde yaşasa ve sürekli birbirleriyle konuşabilse, en geç 1-2 ay içerisinde herkes birbiriyle problemsiz olarak anlaşabilecektir. Elbette öz Türkçeden oldukça uzaklaşmış Türkçeyi kullanan karındaşlarımız için, bu süre daha fazla olabilir. Veya bir Kırgızistan Türk’ü ile bir Kazakistan Türk’ünün anlaşabilme süresi, çok daha azalabilir. Bunun örneği, bugün Türkiye Türkleri ile Azerbaycan Türkleri arasındaki ilişkinin tabî sonucu olarak ortaya çıkan dil benzerliklerinde görülebilir. Hem özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’nde milyonlarca Azerbaycan Türk’ünün yaşaması ve bir o kadar Anadolu Türk’ünün de Azerbaycan’da yaşaması hem de coğrafi yakınlık sebebiyle ilişkilerin artması, dillerimizin de birbirinden etkilenerek çok benzer olmasını sağlamıştır.
İşte bu anlatılanlar çerçevesinde, ortak bir Türk Dili’ni oluşturabilmenin tek yolunun, Türk dünyası ile ilişkileri arttırmaktan geçtiğini ortaya koyabiliriz. Bir günde devlet yıkıp, bir gecede devlet kuran yüce Türk milleti olarak, her türlü engele karşı Türk birliğinin ilk adımı olan dil birliğini de oluşturacağımız gün, yakındır. 
Tanrı, Türk’ün yardımcısı olsun…
 (İnternetten alıntıdır.)