Yazılarımıza alâka gösterip yorum’lar’da bulunan bütün okuyucularımıza teşekkür ederim. İçlerinden ba’zıları asgarî nezâket ölçülerinin dışında, yaralayıcı olsa da hepsini cevaplandırmaya çalışıyoruz. 
- Selv rumuzuyla yorum yapan değerli kardeşim. Bundan böyle yorumlarınızı dikkate almayacağım, cevap da vermeyeceğim. Arap’ların meşhûr bir sözü vardır; “el-Câhilü Kel-Hunfesâ İzâ Taharrekte Fesâ,” (tercümesini vermeyeceğim, başkalarının ilmî derinliğini ölçmek için elinde uzunca bir inşaat metresiyle dolaşan birisi herhalde bunu tercüme edebilecektir.) Galîz bir kelime ile ifade ettiğiniz o yarışmayı siz, kendi müte’şeyyihinizle aynı durumdaki başka müteşeyyih’ler arasında yapmaya devam ediniz. 
- Pek Muhterem Berkay Berk kardeşim. Ortada, vâris olunacak ma’nevî bir miras bulunmamaktadır. Cübbeli’nin ve diğer’lerinin rekâbetleri, müthîş rant içindir. Bu rekâbette, belki de İslâm Tarihi boyunca hiç görülmeyen bir şey vuku bulmuş, Makam-ı Resûl, Mihrap, kana bulanmıştır. İki hoca efendi hunharca katledilmiş, kâtil cami içinde linç edilmiş, daha önce katledilen ve aydınlatılamayan Üsküdar müftüsü de hisaba katılırsa rekâbet uğrunda öldürülenlerin sayısı dörttür. 
Ne hazindir ki, bu devirde âlim olduğunu iddia edenlerin delili kendileri, müteşeyyih’lerin delili de kendileridir. Gerçek Vâris-i Nebî, Sahib-i Zaman Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşidi en kısa zamanda bulmanızı Yüce Rabbi’mden niyaz ederim. 
- Hafızalioğlu: Siz, yorumcularımızdan Pek Muhterem Bektaş Halıcı Beyefendi ile tartışmaya devam ediniz. Ancak, benim yazmadığım, hiç bir yerde ifade etmediğim, bir hususu bana atfediyor ve muaheze etmeye çalışıyorsunuz. Tartışılan, Süleyman Efendi Hazretleri’nin “Evlâd-ı Resûl’den, Seyyid ve Şerif olup-olmadığı mes’elesi değil, Said Kürdî’nin, Evlâd-ı Resûl’den olup-olmadığı mes’elesidir. Bir kimsenin, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid olabilmesi için, Evlâd-ı Resûl’den, Seyyid ve Şerif olması şart değildir. Nitekim, Silsile-i Sâdât-Silsile-i Zeheb (altın halka’nın 23. Kutbu, Muhammed Bahâüddîn Nakşibendi (K.S.) Efendimizden sonra, 4. Kutbu’l-Aktâbı, Hicrî ikinci bin’in müceddidi (yenileyicisi), İmam-ı Rabbânî, Müceddidi Elf-i Sânî Ahmed-i Faruk es-Sirhindî Efendi Hazret’leri, Hazret-i Ömer radiya’llâhu anh’ın şerefli nesebindendir. Yâni Evlâd-ı Resûl’den değildir.
Her Evlâd-ı Resûl’den olanların da, illâ Mürşid-i Kâmil ve Müceddid olmaları da gerekmiyor. 
Nitekim, Abdülhamid Han’ın tah’t’dan indirilmesinde, Devlet-i Aliyye’mizin inkırazına müncer, bütün faaliyetlerde, İttihatçılar, Hıristiyanlar, Yahûdîler, Ermeniler ve diğer bütün gayrı millî ve gayri müslim unsurlarla, (tıpkı, Said Nursi’nin yaptığı gibi), işbirliği yapmış, İttihatçılar tarafından Mekke Emiri yapılmış, Şerif Hüseyin de Evlâd-ı Resûl’dendi. Fakat İngiliz’lerle işbirliği yaparak Devlet-i Aliyye’mizi arkadan vuran, ihânet eden de Şerif Hüseyin idi. 
Değerli Hafızalioğlu, ne yazılarımda ve ne de konuşmalarında ne o kasdettiğiniz zâtı, ne de bir başkasını tekfir etmedim. Bu tekfir mes’elesini nereden çıkardığınızı da anlamış değilim. Kasdettiğiniz zât her ne kadar, hâlen, Dünya Kiliseler Birliği tarafından finanse edilen, İsevî Müslüman’lar yetiştirecek Teolog’lar yetiştiren bir sözde yüksek okul’un başında bulunuyorsa da, yine de ben kendisini tekfir etmem. 
Mazide, kurslarda-yurt’larda ba’zı konularda konferanslar veren birisinin daha sonraki yıllar’da söylediklerine i’tiraz edilmemesi gerektiği tarzındaki bir mantığı anlamak mümkün değildir. 
Pek Değerli Hafızalioğlu, ifadelerinizden “Kaçkınlar’dan” olduğunuz anlaşılmaktadır. Talebeliğiniz sırasında, nereye varacağı düşünülmeden söylenmiş ba’zı söylemlere vâkıf olmuş olabilirsiniz. Bu mevzuları bugün istismar etmeye kalkmanız, en azından ayıptır. “Yemek yediği çana dönüp pislemek,” insanlara yaraşır bir davranış değildir. 
Bizim, sarâhaten, bilâ tereddüt söylediğimiz, şudur; Biliyor, inanıyoruz ki, Süleyman Efendi Hazretleri, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid’dir. İrşâd ve tecdidi, (tasarruf-u Zâhiri ve Cismanî ile, Hicrî, 13 Asrın sonları ve 14. Asr’ın başlarında olmak üzere, tasarruf-u Hakîkî ve Ma’neviyye ile, İlâ Mâşâ Allah! berdevam olmak üzeredir.) 
Bu hakîkati sadece bizler söylemiyoruz. 
Bugünler’de kesif bir şekilde, Said Nursî’nin Evlâd-ı Resûl’den olduğunu ispat zımnında çalışarak, risâle’lerde, bizzat Said Nursî’nin ima ettiği ve fakat talebelerinin açıkça izafe ettikleri, “Müceddid’lik” vasfını kazandırıp, Said Nursî’yi Müceddid ilân edebilmek için can atan zât, Prof.Dr. Ahmet Akgündüz de yazdığı kitaplarında bahsetmektedir. 
Şöyle ki, öncelikle, Silsile-i Sâdât-Silsile-i Zeheb’in, Zikr-i Hafî Yolu’nun Peygamber’imizden sonra, Sıddık-ı Ekber, Haz.Ebû Bekr es-Sıddık radiya’llâhu anh Efendimizden i’tibaren, teselsül eden zevât’ın tam bir listesini vermiş, bu Silsele’de, 15. ve ikinci büyük merkez, Kutbu’l-Aktâp, Muhammed Bahâüddin Nakşibendi (K.S.) Efendi Hazret’lerine nisbeten Nakşibendiye’nin Silsile’sinde, 33. ve sonuncu Kutup, Silsile-i Sâdât arasında 4. Kutbu’l-Aktâp olarak, Ebu’l-Fâruk Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretlerini göstermiştir. Prof.Akgündüz, aynı eserinde Pek Muhterem bir zât’dan naklen şunları yazar: 
“Süleyman Efendi’nin bâtın ilmine, yâni tasavvuftaki ma’nevî cephesine gelince, şüphesiz bu husus mâ’lumdur. Zâhirî akıl ve zeka ile idraki mümkün olmaz. Öyle ki bir insan Müslüman olabilir, tahsilli ve akıllı olabilir, hattâ iç hayatı münkir olmaz da yine tasavvuf ve irşâd ehli bir zat’la karşılaştığı halde o zât ilâhî irade ile kendisini ona bildirmez de dünya’lar bir araya gelse onun feyzinden haberdar olamaz. 
Bizim ise kendisinin ma’nevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz yoktur; biz bu noktayı “İlme’l-Yakîn” değil, “hakka’l-Yakîn,” bi’l-Fiîl yaşamış olarak,” biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve insan letâifi üzerindeki te’sirini öz ruhumuzda ve vücudumuzda hissetmiş enfüsî ve kevnî kerâmet’lerin üstünde irşâd hârika’larını fiil halinde ve hakkiyle müşâhede etmiş bulunuyoruz. Allah’ın bu husustaki inâyet ve lütfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin Kâmil ve Mükemmil Mürşid olduğuna, Silsile-i Sâdât (Büyükler Zinciri) Kolunun 32. Ferdi Salâhaddin İbn-i Mevlânâ Sirâcü’d-Dîn’in, Cismânî Nisbet, İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin de ruhânî nisbet’le Vârisleri bulunduğuna imanımız tamdır. Kendisinin bu cephesini anlamayanların, anlamakta acz gösterenlerin, hiç olmazsa aksini iddia etmemelerini ve kendilerinde bir mürşid hâli görmediklerini söylemekten çekinmemelerini, dünya ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz.” 
Prof.Dr. Ahmed Akgündüz diyor ki: 
“Bütün bu ifadelerden sonra, Süleyman Efendi Hazretleri’nin asrımızın mühim bir Mürşid-i Kâmili olduğunu kimse reddedemez ve zâten eserleri de bunu ispat etmektedir. Bu mes’ele ile alakalı Bediüzzaman’ın talebelerinden (talebesinden) olmalıydı. Zirâ “Tâlip”in çoğulu zâten “talebe”dir. Bir de Türkçe çoğul ekinin ilâve edilmesi galattır ve avâmi’dir. 
Mustafa Sungur (Merhum) Ağabey şöyle bir hatıra nakletmektedir,” diyerek devam eder. 
Prof.Dr. Ahmed Akgündüz bu kerre, Erzurumlu Mehmed Kırkıncı Hoca’yı şâhid göstererek anlatıyor. 
“1970’li yıllar’da Dersiâmlar’dan ve Mahmud Efendi’nin hocası olan, Of’lu, Hacı Dursun Efendi, Erzurum’daki Kümbet Medresemizi ziyâret etmişti. Her yönüyle büyük bir âlim olan Dursun Efendi’ye herkesi sordum ve o da anlattı. Mes’ele Silistreli Süleyman Efendi’ye gelince aynen şu cümle’leri söyledi; “Süleyman Efendi de dersiâm’dır, ancak o Allah’ın husûsî bir inayet ve ihsanına mazhardır ve akranlarından farklı bir simadır. Başından beri onun böyle olduğunu hissediyorduk.” 
(Tabular yıkılıyor 2 İstanbul, 1997/4. Baskı/Prof.Dr. Ahmed Akgündüz) 
- Hafızalioğlu’na: Süleyman Efendi Hazret’leri için şehâdette bulunan Merhûm, dersiâm’larımızdan Of’lu Dursun Efendi Hazret’leri (Merhum Dursun Güven) acabâ, aynı zamanda talebesi de olan Mahmud Efendi için, niçin herhangi bir şehâdette bulunmamıştır. Mahmud Efendi de ne vardı ki, Dursun Efendi o’na şâhidlik etmiş olsun!.. 
Öyle anlaşılıyor ki, bir zamanlar İmam-ı Rabbâhî Evlâdı arasında bulunduğunuz yıllar’da, siz ve sizin gibi ba’zı bîşuûr kişiler, Şer’i Şerif’e, tasavvuf usûl ve erkânına sığmayan ba’zı şeyler, söylemişsiniz veya duymuşsunuz.. Süleyman Efendi Hazretleri’nin, muasırı, muarızlarının dahî tesbit ve teslim ettikleri, “Süleyman Efendi Hazretleri’nin biraz fazlaca müteşerrî” olmuş olmasıdır. Yâni şeriata çok bağlı ve aslâ şeriat’den ta’viz vermeyen kişiliğidir. 
İmâm-ı Rabbânî Evlâdından, kıyâmetin büyük alâmet’lerinden, Nüzûl-ü İsa, Zuhûr-u Mehdî gibi fevkalâde müşkil mes’elelerde öyle gelişi güzel konuşmazlar. Bu hususta geniş ma’lumat İnşâ Allah! bundan sonraki, “Yorumcular’la Hasbihâl!...(2)”de verilecektir...