Yorumlarınızla birbirinize pek zekîce göndermeler yapmışsınız. Böyle, düşünen, düşündüğünü rahatlıkla, kimse’lerden çekinmeden, birilerine aktarma ve hakâret etmeden, kırmadan dökmeden tartışabilme olgunluğuna nail olmuş, bir nesil, hep özlediğimiz bir husustu.
“Gassâlin Elindeki Meyyit” gibi mutlâk ma’na’da, bilâ tela’sümün (yutkunmadan), hiçbir i’tiraz’a kalkışmadan kabûl, ancak, tasavvufu ve Mâverâ’yı alakadar eden ma’nevî hususlar içindir. Yoksa, dünyevî hususlar, hattâ, uhrevî ve ma’nevî işlerin dünyevî yanları da elbette, tartışılır, istişâre edilir, herkesin, tabiî, alakadar olan herkes’in fikirlerini hiç kimseden çekinmeden söylediği-söyleyebildiği, verimli bir istişâre neticesinde varılan kararlara, ilgili herkesin uyma mecburiyeti doğar.
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları afvet; bağışlanmaları için du’a et; iş hakkında onlarla istişâre et (onlara danış). Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmran 3/159)
(Şura (meşveret, danışma) prensibinin İslâmiyette çok önemli bir yere sahip olduğu bu âyette açıkca ifade edilmiştir. Ancak Şurâ’nın kapsamı, şekli ve bağlayıcılık gücü mevzularında İslâm âlimlerince farklı görüşler ileri sürülmüştür.)
Vahiy ile müeyyed, Allah’ın Resûlüne, ashabıyla istişâre etmesi emrediliyor. Rahmet Peygamber’i olan Resûlüne, Allah’ın sana bahşettiği rahmetle onlara yumuşak davrandın. Kaba ve kırıcı olsaydın, senin etrafında pervâne gibi, ateş böcekleri gibi dönmezler, dağılıp giderlerdi.
Vâris-i Nebî, Müceddid, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid, Efendi Hazretleri de, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’na bütün kusur ve zaaf’larına rağmen, rahmetle ve merhametle davranır, “Ben, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın kör tırnağını dünyalara değişmem,” buyuruyordu.
Hem Mürşid-i Kâmil hem de dünyevî hususları tedvirle vazifeli, nâip, dünyevî ve idârî bütün işler’de, ehliyle istişâre ederdi. Bizler herhangi bir hususta, bilgimize, fikrimize tenezzülen müracaat edildiğinde, hiçbir sıkıntıya ma’ruz kalmadan, rahatlıkla, görüşlerimizi arz edebiliyor, zaman zaman, Nâib’in görüşünün tam aksi istikâmette kararlar alınabiliyordu.
Sevgili Peygamber’imiz, “Ben, sizin dünyanızla alakalı hususlar’da, sizler’den daha iyi biliyor değilim,” buyurmuştur.
Değerli Muallim Kardeşim. Dikkat buyurulursa, benim yazılarım, 1938 ile 2000 yılları arasındaki zaman dilimiyle alakalıdır; Bu zaman diliminde, benim de fîlî olarak şu veya bu şekilde, aktörleri arasında bulunduğum, yakînen bildiğim, yakînen şâhid olduğum vak’alarla alakalıdır.
İnşa Allah! 2000 yıllarından sonraki hâdisat ve vukuatı bu devrin aktörlerinden birisi çıkar yazar...
- Değerli Ertuğrul Kardeşim, sözünü ettiğiniz zât hakkında, “Dostumuz”, sözünden hareketle, o zâtı övdüğüm hükmüne nasıl vardınız anlamış değilim. Ben, bu yazılarımda, fizikî, basılı gazete olarak, 20 bin civarında, internet ortamında, günlük seksen bin civarında kimseyi muhatap kabul ediyorum. Mahremiyyeti olan, sınırlı sayıda, İmam-ı Rabbânî Evlâdı ile sohbet toplantısı yapmıyorum. Sevmekle (muhabbet) ba’zı özelliklerini takdir etmek apayrı şeylerdir. Disiplinimiz dışında bu zât ve benzerleriyle, temasım ve “dostluk” kurmam, devrin Büyüğü’nün emriyle ve bilgisi dahilinde olmuştur, el-yevm bu istikamette devam etmektedir.
Devrin büyüğü, Avrupa Konseyi Türk Parlamento Grubuna dâhil, devrin CHP Milletvekeili Prof.Dr.Muammer Aksoy, İsmet Paşa’nın damadı, devrin Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörü, Metin Toker ve diğerlerini, hem Türkiye’de, hem de Avrupa’nın muhtelif ülkelerinde ağırlamış, kendileriyle çok iyi münasebetler te’sis etmişti. Bizler dahî bu yakınlığı yadırgamıştık.
Ne zaman ki, başta devrin büyüğü, Beyağabeyimiz, ekseriyeti Antalya’lı Kardeşlerimiz olmak üzere, ba’zı kardeşlerimizin iftira ve buhtanlarla, sıkıntıya ma’ruz bırakıldıklarında, kendisi, aynı zamanda, Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’nde, Hukuk Profesörü olan, Hoca’ların Hocası unvanıyla ma’ruf, Prof.Dr. Muammer Aksoy, Merhûm Büyüğümüzün ve diğer Kardeşlerimizin müdafaasını üstüne almış, eşsiz hukûkî bilgisi ve otoritesiyle, mahkeme hey’etini şaşkınlık içerisinde bırakmıştı.
Herhangi bir ücret kabul etmedi. Hiç değilse, Ankara-Antalya arası gidiş-dönüş uçak bileti teklifimizi de kesinlikle reddetti ve “Ömrünün sonuna kadar O mübârek zatın yanında olmak, müdafaasını yapmak benim için bir şereftir,” demişti.
12 Eylül 1980 Darbesi’ni ta’kip eden karanlık günlerde, yine devrin Büyüğü’nün bilgisi dahilinde, daha doğrusu bizzat emir ve direktifleriyle “Dostumuz” olan zât ile bir dizi görüşmelerde bulunduk, yalnız benim görüşmelerim oldu, Mehmed Arıkan Hocamızla birlikte görüşmelerimiz oldu, benim, Mehmed Arıkan Hocamızın, Ali Ak ve Necati Tosun’un da birlikte olduğumuz, saatlerce devam eden görüşmelerimiz oldu.
Kapkaranlık, o meş’un zamanda, dört bir taraftan kuşatılmış, “Ve Mekerû Mekrehûm” Âyet-i Kerimesi’nin Mâsadakınca, bütün hile ve desisecilerin, hile ve mekrinden hiç yara almadan kurtulmuş isek, bu görüşmelerin önemli katkısının olduğunda şüphem yoktur.
FİTNE ZUHUR ETTİĞİNDE
“Bir de öyle bir fitne’den sakınınız ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfal 8/25)
(Ehlince ma’lumdur ki, yukarıda meâl-i Âlî’sini verdiğim âyet-i Kerime’nin mukaddes metninde “Fitneten” kelimesindeki, isme has olan tenvin, ta’zim ve şiddet ifade eder. Böyle olunca da, “çok büyük, muazzam ve çok şiddeli, şedîd bir fitne demektir.
Abdullah İbn-i Mes’ud ki, ashab-ı Güzîn arasında en âlimlerindendi. Haz.Ömer radiya’llahu anh, kendisi hakkında “Küneyfün velâkin Melîü’l-İlmi” (Küçücük velâkin ilim doludur) demişti.
İşte bu Abdullah İbn-i Mes’ud Hazretleri, “Bu âyet-i Kerime nâzil olduğunda, biz birbirimize bakıştık. Fitne ne demekti? Nasıl olurdu? Zirâ bizler, Allah’ın Resûlü’nün etrafında pervâneler gibi dönüyor, O’nun Fem-i Saâdet’lerinden çıkacak emir ve nehiy’leri beklerdik. Aramızda derin bir muhabbet var olup, hıkd-u Haset, gıll-ü gîş, kin, garaz, adâvet nedir bilmezdik?
Ne zaman ki, Haz.Osman-ı Zinnûreyn şehit edildi, Haz.Alî Kerremellâhu Vechehû’nun Hilâfetinin ilk yıllarında, Fitne-i Uzmâ’nın, büyük ve şiddetli fitne’nin ne demek olduğunu idrak ettik buyuruyor.
Peygamberimiz’den sonra, ashab-ı Güzin zamanında zuhur eden bu fitne’nin tafsilatını burada vermeyeceğim. Temmuz ve Ağustos 2013 aylarında, bir serî “Fitne Zuhur Ettiğinde”, serlevhalı, yazı yayınlanacaktır, dikkatle ta’kip etmenizi tavsiye ederim.
Şu kadarını ifade edeyim. Bütün İslâm Tarihi boyunca, fütûhatta, muharebe sayısı altmış altıdır. Bu Gazavattan, 27’sine Resûlü Ekrem Efendimiz bizzat katılmıştır. Bütün bu muharebelerde, itlaf edilen müşrik sayısı 270, şehîd edilen sahabe sayısı ise 250 kişidir.
Büyük fitne zuhur ettiğinde, Cemel ve Sıffin vaka’larında her iki taraftan şehid olanların sayısı 70 kişidir.
Fitne zuhur ettiğinde, azîm ve şedîd fitne, muazzem bir yangına benzer. Yangın çıktığında öncelik o yangını söndürmeye verilir, bilâhere yangının sebepleri araştırılır.
Nasıl ki, Haz.Peygamber ashab’ın arasındayken, fitne ve fücûr zuhur etmemişse, Müceddid aramızdayken, herhangi bir fitne ve fücûr zuhur etmemiştir. Ancak o günlere yetişme şerefine nâil olanlar ve o günleri yaşayanlar bilirler ki, teşbih’te hata olmaz, biraz mübâlağa da, aslında bir fesahat ve belâga yolu olduğundan, afvınıza sığınarak söylemek isterim ki, Müceddidin sağlığında İmam-ı Rabbânî Evlâdı, tıpkı Ashâb-ı Güzin gibiydi. Asla, aralarında fitne-fücûr, adâvet, garaz, kin ve hased gibi ahlâk-ı Zemîme’den hiçbirisi yoktur.
Karşılıklı derîn sevgi-saygı ve mutlâk itaat...
Nasıl ki, Asr-ı Saâdet’de, daha sonra, Hulefâ-i Râşidin’den olacak, Haz. Ebû Bekr, Haz.Ömer, Haz.Osman ve Haz.Ali, Rıdvânullâhi aleyhim Ecmeîn, Hazerâtı, bir Köle’nin oğlu olan, Üsâme bin Zeyd kendilerine kumandan olarak ta’yin edildiğinde, hiç i’tiraz etmediler, mutlâk ma’na’da itaat etmişlerse, günün şart’larında, Müceddid, ziyârethâne’de, henüz 13-14 yaşlarındaki, Mehmed Arıkan, Ahmed Fazlı Temizerler gibi talebesine ders okutuyor, onlar’da muhtelif yerlerde kalan, devrin şartları içerisinde çoğu askerliğini yapmış, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış kişilere ders okutuyorlardı.
Talebe, bu çocuk yaştaki çocuklara, a’zamî ölçüde, Müceddide gösterdikleri hürmeti gösteriyorlardı.
Tedris Sistemi, bir hafta önce gelen’lerin, hattâ birgün önce gelenlerin, bir hafta, birgün sonra gelenlere hocalık etmesi şeklinde işliyordu. Böylece her talebe’nin birbiriyle talebe-hoca ilişkisi vardır. Bu bakımdan, istisnasız, herkes, yaşı küçük veya büyük olsun, birbirine “Hocam!” diye hitap ederdi.