İltifatınıza teşekkür ederim. Hâlisâne du’a’larınıza muhtacız... Lütfen, benim günah işlemediğim-işleyemediğim, lisanınızla, du’a’larınızı eksik etmeyiniz.
Aziz Kardeşim. H.İbrahim Kuruçaylı. “Renk’ler ve zevk’ler tartışılmaz,” denilir. Elbetteki, isteyen istediği renk ve desen de elbise de giyebilir, isteyen istediği renk ve desende takke de takabilir. Fakat, aslâ bir renk veya bir şekil dayatılmamalıdır.
Aziz Kardeşim Osman Alihan Beyefendi. Müteşeyyih’ler, Karton’dan müceddidler hakkında, hiçbirisi de, mâvaka’ya uygun olmayan yalan-yanlış abartılı cild’lerle kitaplar yazılmış, yazılıyor, yazılacak olmasına rağmen, Hakîmî, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil hakkında, bir-iki küçük risâle ve her biri diğerinin tekrarı kitapçık dışında o Mübârek Zât-ı Alî’yi, bütün veçheleriyle anlatacak geniş muhtevalı bir eser’in ortaya konulmaması hepimizin büyük bir ayıbıdır.
Diyânet İşleri eski Başkanlarından, Dr.Tayyar Altıkulaç Bey ile, genelinde, 1924’den sonraki din eğitimi, özelinde, İmam-Hatip Okullarını tartıştığımız bir zeminde, kendisine “Tayyar Hoca! Yazık! Siz Süleyman Hilmi Silistrevî el-Ma’rûf, Bi Tunahanı, Efendi Hazretlerini hiç tanıyamamışsınız,” dediğimde, “Doğru, tanıyamamışım! Siz tanıtmadınız ki, bizler tanıyalım. Eğer geçmişte şimdiki gibi tanıtsaydınız, elbette o Mübârek Zât’a, aslâ, hürmette kusur etmezdik,” diye cevap verdi.
Hacimli bir eser için bilgi-belge eksiksiz, derlenmiştir. İnşâ Allah! yakın bir zaman’da neşrine muvaffak oluruz. Du’a’larınızı beklerim.
ERDEMOĞLU, remzini kullanan Pek Değerli Kardeşim.
Yazılarımızı dikkatle ta’kip etmiş olmanız beni ziyâdesiyle memnun etmiştir. Hele, bundan sonra en az, iki kat dikkatle ta’kip edeceğinizi vaat etmiş olmanız, ayrıca kat be kat memnuniyyetimi artırmıştır. Sadece, memnûniyet değil, ağır bir mes’ûliyette yüklemiştir.
Bundan böyle, yazı yazarken tepemizde koskoca bir göz’ün-Rakîb’in varlığını dikkate alarak, daha da sorumlu davranacağım.
RAKÎB: Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre, “Rakîb”, herhangi bir işte, yarışta birbirini geçmeye çalışan aynı işi elde etmeye uğraşan kimse. “Râkip”, “rekâbet” ba’zen yanlış telaffuz edilse bile, günümüz Türkçe’sinde bu ma’na için kullanılmaktadır.
Ahter-i Kebirde, “Rakîb”, hâfız, Nâzır, muntazır, diye ma’nalandırılmıştır. “Rakîb”, Kur’ân-ı Kerimde, “Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin, dedi.” (Mâide 5/117)
“Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azabın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim.” (Hûd 11/3)
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”
(Kâf 50/18)... Gözetleyici, “Bekleyin,” “Sizinle beraber ben de beklemekteyim,” “Gözetleyen”, olarak üç yerde... “Rakîb” olarak, “Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisâ 4/1). “Allah her şeyi gözetler,” (Ahzâb 33/52), iki yerde de “Rakîben” olarak geçmektedir.
Meâller, Ahter-i Kebir’in ma’nalarına uygun olarak, “Nâzır,” ve “Muntazîr” nezaret eden gözeten, gözleyen olarak tercüme etmişlerdir.
Zât-ıâlinize bundan sonra benim “Rakîb”im olunuz, derken hâşâ! Benimle sürekli çekişin, yarışın, demek değil, nezâret edin, gözetin, gerektiğinde, ihtar edin, ikaz edin, tenvir edin, yol gösterin,” demek istedim.
Aziz Kardeşim. Benim birilerine istikâmet vermek gibi bir muradım, niyetim yoktur. Buna aslâ gücüm yetmez. Böyle bir gücü kendimde vehmetmiş olsam bile, böyle bir hakkı kendimde bulmam, hakkım olmadığı gibi, haddim de değildir.
Yazılanlar, herbiri benim açımdan birer doğru tesbittir. Tesbit edilenleri, doğruları, hidâyete, hakîkate ulaşmaya vesiyle olan, tarih’in Şeref Levha’larına asılır, replikler uçuşur gider. Hatalar, dalâlete sürükleyen görüşler de, tarihin çöplüğüne atılır, ademe mahkûm edilir.
Aslâ siyâsî bir tartışmanın tarafı olmam. Siyâsette taassup, câhiyye’deki kavmiyet taassubu gibi bir taassuptur.
Cahiliyye Taassubu, “her ne olursa olsun, benim Kavmimden ise haklıdır, bilhassa, haksız olduğu zaman haklıdır.
İmam-ı Rabbânî Evladı, tarihi boyunca, Büyükleri, Beyağabeyleri, ağabeyleri fiîlî siyasetin içinde oldukları zaman da, siyâset’in üstünde-dışında, kalmış, aslâ siyâsî bir taassubun içinde olmamıştır.
Mutlâk Küfr’e, kadîm küfr’ün her devirdeki temsilcilerine, onların temsil ettiği zihniyyete, kat’iyetle karşı olmak imanımızın gereğidir.
Tağutu inkâr etmeden, Tağutu kesinlikle reddetmeden, gerçek mü’min olunmaz, Allah’ın ipine sımsıkı sarınılmaz. “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” (Bakara 2/256)
19.Asrın son çeyreğinde ve 20.Asr’ın başlarından i’tibâren, Osmanlı-Cumhuriyet, Türk Siyâsetinde Tağut’u kimlerin temsil ettiği, kimlerin devam ettirdiği, hâlen, kimlerin temsil ettiği cümle’nin ma’lumudur. Siz gözünüzü kapattığınızda güneş batmaz, âlem kararmaz. Siz kendi dünyanızı karartırsınız.
Tağut’u inkâr ve red imanımızın gereğidir. Diğer siyâsî hareketlerle, ve siyâsî aktörlerle birlikte olmanız, gönül vermeniz sizin tercihinizdir. Unutmayın, İmam-ı Rabbânî Evladı’nın büyükleri başka partilerde siyaset yaparken, milletvekili ve Bakan iken, Anadolu’nun pekçok şehrinde, ihvanımızdan yüzlerce kişi, diğer partilerde idarecilik yapmaktaydılar. Bu da bizim, siyâset’in üstünde olduğumuzu ve herhangi bir siyâsî taassubun bataklığına düşmediğimizin bir göstergesiydi.
Siyâsî taassup hem ihvan arasında, hem de aile içinde, nifak ve riyaya sebebiyet verir. Vicdanlar, nesâfet hiçbir şekilde tahakküm edilemez.
Azîz Kardeşim. Cennetmekân, Merhûm Beyağabey’imizin Müceddid’e niyâbeti, tamı tamına, 41 yıl devam etmiştir. Bu kırkbir yılın en azından, 37 yılında, yakınında, uzağında, önünde, arkasında, sağında, solunda ama hep mutlâk emrinde oldum. Sevinçlerine, hüzünlerine şahid oldum beraber ağladığımız, beraber göldüğümüz çok oldu.
En çetin mücadele yıllarında, zulüm’lerin en ağırına ma’ruz kaldığında, telâfisi imkânsız, mezâlim’e ma’ruz kalmaması, ortalığın biraz yumuşamasının beklenilmesi zarûreti doğduğunda, ortalıktan bir müddet çekilmesi gerektiğinde, yerini bilen üç kişiden birisi ve her gün aranan bendim. İçimizden birisinin emsalsiz ihânetiyle-ihbariyle, Antalya Sıkıyönetim Komutanlığı’na sevki için İstanbul-Üsküdar Emniyet Âmirliğine götürüldüğünde ilk ulaşan bendim.
Bu yılları değerlendirirken, sık sık, Merhûm Büyüğümüzden bahsetmek, pekçok hakîkati tebârüz ettirirken, kendisini referans göstermek acep sizi niçin rahatsız ediyor?
Hal-i hazırdaki niyâbet vazifesini deruhte etmekte olan Büyüğümüzü, çocukluğundan beridir, tanırım. Merhûm Beyağabey’imiz, Hüseyin Kâmil Denizolgun, Ağabey, Büyüğümüz, Mehmed Beyâzid Denizolgun ile birlikte henüz, yeni yeni yürümeye başlayan, Büyüğümüzü, elinden tutup Ziyârethâne’ye getirdiğinde, Kemâl-i Hürmetle ayağa kalkar, Müceddid’in gözbebekleri torunlarına ta’zimde bulunurduk.
Yıllar içinde, bu sevgimiz, hürmetimiz, ta’zimimiz artarak devam etmiş, hiç eksilmemiştir. Aksini düşünmek, bu yolu hiç anlamamaktır. Üstad Necip Fazıl Merhûm’un ta’biriyle, bal kavanozunun dışından yalanmasıdır.
Çok büyük bir ehliyet, liyâkat ve dirâyetle câmia’yı idare etmekte olan büyüğümüz hakkında ne yazacağım?
Elbette her idareci, yakın çalışma arkadaşlarını kendisi seçer. Durup dururken ve herhangi bir sebep de yokken, birilerine medhiyeler düzülürse herkes’ten ziyâde, hakkında yazı yazdığınız zât karşı çıkar ve kendisine bunu bir hakaret sayar.
Unutulmasın ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir Hadis-i Şerif’lerinde:
-“Herhangi birisi, sizi yüzünüze karşı medhederse, yerden bir avuç toprak alın, onun yüzüne serpin” buyurmuştur. (Tirmîzi, Câmiu’s-Sağîr)
Şer’î ölçülerde mutabık kalırsak mes’ele yok. Mutabık değilsek o zaman vay! Hâlimize! demektir...