Pek Muhterem Kardeşim Yusuf Kubat Beyefendi. 
Gazete’nin email adresine gönderdiğiniz ileti, gazete tarafından bir başka email’e iletilirken kaza ile zayi olmuş olup bana bir türlü ulaştırılamamıştır. Lutfettiğiniz telefon numaralarından en kısa zamanda sizinle temas kuracağım. Bizi, ta’kibe ve katkı vermeye devam etmenizi dilerim. 
Aziz ve Muhterem Kardeşim Recep Ay Beyefendi. 
İltifat, teveccüh ve iyi dilekleriniz için çok teşekkür ederim. Karşılıklı olarak du’a’lara devam. İnşallah... 
Daîmî yorumcularımızdan ve bu zemine misalsiz katkı veren, pek değerli kardeşim Nihat Beyefendi. Lutfettiğiniz bütün temennileriniz için en kalbî teşekkürlerimi arzederim. Temenni ve du’a’larınıza devam buyurunuz efendim... 
- Değerli Nihat Kardeşim. 
Bana takatimin çok ötesinde bir yük tahmil ettiğinizin farkında mısınız? Öyle ya! Şu veya bu şekilde yaşadıkları asır’da, Türkiye’ye damgalarını vurmuş, her yönleriyle çok tartılmış, kendi sahalarında, dâhî kabul edilen iki zât hakkında benden bir değerlendirme talep ediyorsunuz! Her iki zâtın da, pek çok meziyet’leri yanında en bâriz, (belirgin) vasıfları her ikisinin de şâir olmalarıdır. 
Öncelikle, şâirler ve şiir hakkında her iki zattan da bağımsız olarak umûmî bir değerlendirme yapacağım. 
Kur’ân-ı Kerim’de, Şuârâ adında bir sure vardır. Kur’ân-ı Kerim’in, orta büyüklükteki surelerinden 26.Sure’nin adı, “ŞUAR”DIR. Bu sûre’nin son âyet’leri 26/224, 225, 226 ve 227. âyet’leri şâir’ler hakkında nâzil olmuştur.
- “Şâir’lere gelince, onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide başıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok çok anarlar ve haksızlığa uğradıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (Şuarâ) 26/224, 225, 226 ve 227) 
Kur’ân-ı Kerim hem lafzı hem de ma’nası cihetiyle mu’cize olduğundan inkâr edenler, ma’na’daki ledünniyatı derinliği şeytan ve kehânete istinad ettirmek istedikleri gibi, nazım’daki (lafızlardaki) güzelliği de şiir kabilinden göstermek istedikleri için, her ikisini de reddetmek üzere buyruluyor ki, “Şâir’lere gelince, onları çapkınlar ve sapkınlar ta’kip ederler. Hak-hukuk peşinde değil, mücerred hevâ ve hevesleri peşinde giden hep zevk ve eğlence arayan şaşkınlar ve azgınlar onların ardına düşerler. Görmez misin onlar her vadide başıboş dolaşırlar. 
- Şiir’de esas hüküm değil, yalnız nefsin hissiyatını zevkini veya istikrahını, iyi kötü, her konuya dalarlar her vadide otlar ve her ifadede ne kadar hayret ve garama (sürekli ve derin üzüntü) dalarsa o kadar müessir olacağından her telden çalmak için iyi ve kötü her vadide serbestçe dolaşırlar. Hem de onlar yapamayacakları şeyleri söylerler-kavilleri (sözleri) fiillerini (işlerini) tutmaz ve işte her iki haslet’lerinden dolayı da arkalarına çapkınlar ve sapkınlar düşerler. Ancak iman edip salih ameller işleyenler kavilleri (sözleri) fiillerine (işlediklerine) uygun olanlar, salah isteyenler ve Allah’ı çok zikredenler-şiir’lerinin ekserisi tevhîd ve tahmid-ü Temcîd ile Allah’a zikir, yarattıklarından, kudretini tezekkür ve ilânlarına dâir olanlar ve kendilerine zulmedildikten sonra intikamlarını alanlar müsteznâ. Şâyet hicvederlerse kendilerine ya’ni mü’minlere edilen zulmün (haksızlığın) intikamını almak için söylenen, Müslümanlara yapılan hiciv ve hakaretlere karşı reddetmek için söylenenler. 
İşte böyle mü’minin, salih, zâkir ve mü’minlere edilen zulüm ve haksızlığın intikamlarını alan hak müdâfii, Abdullah İbn-i Revâha ve Hassan İbn-i Sâbit ve Ka’b İbn-i Mâlik ve Ka’b İbn-i Züheyr gibi Müslüman şâir’ler yukarıda zem edilen ahval’den müstesnadırlar, bunlar sadıktırlar, bunlara tâbi olanlar da azgın ve sapkın değildirler. 
(Sahih hadis kitaplarında yer alan pek çok hadisten de anlaşılacağı üzere, kötülüğü ifade etmeyen ve iyi maksatla yazılmış ve kullanılan şiir, yukarıda kötülenen şiirlerden istisna edilmiştir. Nitekim, Ashab-ı Kiram arasında Resûl-i Ekrem’in takdirlerini kazanmış pek çok şâir bulunmaktaydı. Meselâ, Haz. Peygamber’in Hassan İbn-i Sâbit’e, “Müşrikleri şiirlerinle hicvet, bil ki, muhakkak Cebrail de seninle beraberdir,” buyurduğu rivayet edilmiştir. 
Bu iki şâir’in çok tartışılması, ifrattan-tefrite çok değişik bir şekilde değelendirilmesi elbette ki, hayatlarındaki savrulmalardan kaynaklanmaktadır. 
Muasırı olmadığımız için birincisinin hayatını, kendisinin yazdıkları ve kendisi hakkında yazılanlardan biliyoruz. 
Kısa süren birinci Meşrûtiyette “Hürriyet” terennüm eder. O da diğer pek çokları gibi, Selanik taraflarından estirilen, “Adalet, Müsavât, Uhuvvet” rüzgarlarına kapılmıştır. 
Asıl gayeleri, Devlet-i Aliyye’mizi yıkmak olan Yahûdi, Ermeni, Rum ve Gayr-i Millî unsurlardan oluşan, derin çete’nin iğvalarına aldanıp, Devlet-i Aliyye’mizi her şeye rağmen, 33 sene ayakta tutan, devrinin en zekî, en merhametli, devlet adamı olan Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’ne müstebîd, devrine de “İstibdat” devri yaftasını takan güruha katılanlardandır. Devlet-i Aliyye’mizi yıkan ve günümüze kadar te’sirlerinin sâri olduğu bütün şer hareketlerin planlayıcısı ve uygulayıcısı olan, İttihad ve Terakkî Cemiyeti’ne aza olanlardan birisidir. 
Meşrûtiyete, Sultan Abdülhamid Han’ın taht’dan indirilmesinde, Devlet-i Aliyye’mizin ınkırazına sebep olan bütün hareketlerde İttihad ve Terakkî Cemiyetine fiîlen destek verenler için, 25 Ağustos 1918 tarihinde Sultan 5. Mehmed Reşad’ın saltanatında, Mason Şeyhulislâm’lardan, Musa Kazım Efendi tarafından kurulan Dâru’l-Hikmet-i İslâmiye adlı, ba’zılarına göre Son Devrin İslâm Akademisi’ne, Said Kürdi ile birlikte yüksek bir maaş’la üye yapılmıştır. 
Hayatındaki savrukluklar sadece zatını (şahsını) alakadar eden savrukluklar değil nesillere sârî olmuştur. 
Bu zât hakkında yazılacak elbette çok şey vardır. Şimdilik bu kadarla iktifa edeyim. 
Merhûm, Şâir ve Mütefekkiri, birinci zât ile aynı kefe’ye koymak büyük bir haksızlık olur. 
Doğrudur, Üstad, Mütefekkir ve Şâir’imizin hayatında da, ba’zı savrulmalar, beşerî zaaflar ve kısa süren bir bohem hayat vardır; fakat ömründe hiçbir suretle küfre alkış, küfre iltizam, hatta küfre müsamaha yoktur. 
Herkesin sus-pus olup kenarına çekildiği bir dönemde, İttihad ve Terakkî bakiyesi, Tek Parti Mütegallibe’nin zulmünün memleketimiz afakını sardığı, “Allah” demenin yasaklandığı, Dahiliye Vekâleti’ne bağlı olarak çalışan, Matbuat Umum Müdürlüğü’nün, İstanbul Vilâyetine gönderdiği bir tamimle, “Son zamanlarda, İstanbul Matbuatında, Allah’tan, Peygamber’den ve din’den sıkça bahsedildiği müşahede edilmektedir. Bu hususta acilen önlemler alınması” tarzında, matbuatta Allah’tan, Peygamber’den, din’den bahsetmenin tamamen yasak olduğu bir dönem’de, İslâmî hassasiyeti olan bir gazete çıkarmak herhalde her babayiğidin ma’rifeti değildir. 
Rejim tarafından kendisine hep zulmedilmiş, çıkardığı gazetesi sık sık kapatılmış, fakat yılmamış, imkân ve fırsat bulduğu an’da, yeniden çıkarmış, kâfirlerin, zâlimlerin korkulu rüyası haline gelmiştir. Sırf Allah’tan, din’den, kitap’tan bahsettiği için hapsedilmiş, ağır cezalara çarptırılmıştır. 
İttihad ve Terakkî ve onun bakiyesi olan partiler, idareler tarafından, asîl ve necip Osmanlı Hanedanı, özellikle, Sultan 2. Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddîn hakkındaki şen’î iftiralara, yazdığı eserlerle o cevap vermiştir. “Kızıl Sultan Değil, Ulu Hâkan’dır,” diyen o’dur. “Vatan Hâini Değil, Büyük Vatan Dostu” diyen de o’dur. 
Hayatının bir bölümünün yakîn şahid’leri arasındayım. 1957’den i’tibâren uzaktan, 1962’den i’tibaren yakından, 1970’den i’tibâren ise çok yakından dostluğum, refakatim, mesâî arkadaşlığım olmuştur. Hakkında, şahidliklerine son derece i’tibar ettiğim büyüklerimin şehâdet’lerine de şâhidim. Ömrünün son yıllarında, zekât mükellefi olduğunda bir Ramazan gecesi, telefonla arayıp, sevincini paylaştığı birisiyim. Şimdilik bu kadarla yetineyim.