Pek Muhterem Ertuğrul Beyefendi Kardeşim. 
Kasdettiğiniz zât hakkında bizlerin görüşeri yeni yeni değişmiş değildir; Biz, tâ başından beridir, İzmir, 1966-1970’den i’tibaren, ne kıratta bir zât olduğu ma’lum idi. Fakat, Devrimiz “Yalancılar” devri olduğu için, kim olduğu, ne olduğu değil de, nasıl göründüğü ve nasıl algılandığı önem taşıyor. 
Bir kimseyi bütün zamanlar boyu aldatabilirsiniz. Bütün insanları da bir zaman için aldatabilirsiniz. Fakat, bütün insan’ları, bütün zamanlar boyu aldatamazsınız. 
- Pek Muhterem Hüseyin Dağbaş Kardeşim. Darb-ı Meseller’de kullanılan ba’zı isimler dolayısiyle ashab-ı Kiram’dan ba’zılarının da aynı ismi taşımış olmaları hâşâ! Mübârek zevata hakaret değildir. Nice başka mübârek Peygamber ve sahâbî ismi de, başka darb-ı mesellerde kullanılmaktadır. Meselâ “Babamın adı Hıdır, elimden gelen budur,” da bir Darb-ı Meseldir de, fakat hiçbir kimsenin aklına Hızır aleyhisselâm için hakaret edildiği gelmez. 
Sarf ve Nahiv ilminde, Arabî Gramer’de, fetava kitap ve mecmu’alarında Zeyd, Amr, Zeyd, Hind birer semboldür ve bu sembol isimlerin ne Zeyd İbn-i Hârise ve diğer Zeyd ismini veya unvanını taşıyan sahâbî’lerle hiç bir münasebeti yoktur. 
Nitekim, bu zeminin yorumcu’larından değerli Kardeşim, Muallim Beyefendi yine bu zeminde sizi cevaplandırmıştır. 
Pek Aziz Muallim Kardeşim. 
Zâhir, Sarîh ve Kat’i delillerle sâbit (âyet-i Kerime ve Tevâtür mertebesine ulaşmış Hadis-i Şerif’lerle sâbit olan haramları inkâr, bu haramlarla istihza (alay etmek) veya istihfaf (hafife almak) kesinlikle küfrü mûciptir. 
Meselâ, üzüm suyundan tahammür ettirilmiş müskîr, şarap, zâhir, sarih ve kat’î delille haram kılındığı için, inkâr eden, alay eden, hafife alan şüphesiz kâfir olur. Ancak, buna kıyasla başka müskirattan ma’müllerin haramlığında şüphe yoktur. Fakat münkiri alay edeni hafife alanı küfrü mûcub midir, değil midir, ulema arasında tartışmalıdır. 
Küfür mes’elesine derinlemesine girmeden, İbn-i Ömer radiyallahu anhûma’nın rivayet ettiği bir hadis-i Şerifi buradan nakletmek istiyorum. 
İbn-i Ömer dedi ki: 
“Peygamber sallahu aleyhi ve sellem’in yanındaydık. Fitnelerden söz etti. Pek çok fitneler anlattı; hattâ bir “ahlâs” fitnesine temas buyurdu. Dinleyenlerden birisi: 
- Ey Allah’ın Resûlü! Bu “ahlâs” fitnesi nedir? diye sordu. 
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: 
- O şiddetli düşmanlık yüzünden insanların birbirinden kaçması ve bir şey bırakmamak üzere, mallarının yağma (talan) edilmesidir, buyurdu.
Sonra “Serrâ” fitnesi ki, bunun dumanı ehl-i Beytimden olan bir adamın ayakları altından tütecektir. Bu adam kendisini benden sanacaktır, halbuki benden değildir. Çünkü benim dostlarım ancak takva sahibi olan kimselerdir. Sonra insanlar, eğri kaburga kemiği üzerine oturmuş gibi bir adama biat etmek üzere anlaşacaklardır (yâni devam etmeyen bir sulh yapacaklardır.) 
Bundan sonra “Duheymâ” fitnesi vardır. Bu ümmetten kendisine şamar indirmediği bir tek kimse bırakmayacaktır. (Hemen bitti sona erdi) denildiği vakit, yine devam edecektir. Bu fitne zamanında, adam sabah mü’min, akşam kâfir olacaktır. O kadar ki, insanlar iki kısma ayrılacaktır; kendilerinde nifak bulunmayan iman grubu ile kendisinde asla iman olmayan nifak grubu. 
Bu fitne meydana geldiği vakit, o gün, yahut ertesi gün “Deccal”i bekleyiniz.” (Ebû Davud Hâkim) 
Demek ki, “Duheymâ” fitnesinin zuhur ettiği dönem’de, sabahleyin evlerinden Müslüman olarak ayrılanlar, akşamları evlerine kâfir, akşamleyin evlerine Müslüman olarak dönenlerden ekserisi sabahleyin evlerinden kâfir olarak çıkacaklardır. 
Zannımca, “Duheymâ” fitnesi hâlen zuhur etmiş vasiyette’dir. 
Bu yazı yazılırken, önümde duran gazete’lerden birisinde, gözüme bir haber ilişti. Şöyle ki, resimli olarak verilen haber’e göre, Türkiye’deki önemli gazete’lerden birisinin, uzun yıllar, İngiltere-Londra temsilciliğini yapan bir zât’ın eski eşi, Londra’da yaşıyor, öyle anlaşılıyor ki, çocuklarından ba’zılarının isimleri Türk-İslâm ismi olmadığı için, ilk eşinden ayrıldıktan sonra, bir Hıristiyan ile evlenmiş olabilir. Bu hanım, genç denilecek bir yaşta, çâresiz bir hastalığa müptelâ olmuş ve vasiyet etmiş, “Benim cenâzemin başında, bir imam ile bir papaz-rahip birlikte du’a etsinler ve mezarıma benimle birlikte bir Kur’ân-ı Kerim defnedilsin, yanı başıma bir Kur’ân konulsun.” Öyle de yapılmış, bir tarafta cübbesi sarığıyla bir imam, yanı başında, kara cübbesi, boynunda haçı ve özel kıyâfetiyle bir papaz... 
Haber’de ifade edildiğine göre, mezarına da yanıbaşına bir Kur’ân-ı Kerim konulmuştur. 
Bu hanım Türkiye’de olsaydı, böylesine bir vasiyet yapar mıydı? Yapsa bile, yakınları böyle bir vasiyeti yerine getirirler miydi? Emin değilim. Fakat emin olduğum bir şey var ki, bu hanım Türkiye’de yaşasaydı, böyle bir vasiyette bulunmazdı, bulunsa bile, yakınları böyle bir vasiyeti yerine getirmezlerdi, onlar getirmeye kalksalar bile, du’a için da’vet edilen imam bunu kabul etmezdi. 
Hele hele, meyyite ile birlikte mezar’a Kur’ân-ı Kerim konulmasına aslâ izin vermezdi. 
Şöyle derdi: “Kur’ân-ı Kerim, emirlerini ve nehiy’lerini yerine getirmek üzere bu dünya’da lâzımdı. Artık çok geç! Bir değil, onlarca Kur’ân koysanız, meyyite ile çürürler de, meyyite’ye herhangi bir faydası dokunmaz.” Böylesine bir teklifi anında redderdi. 
Müslüman-Türk Milleti’nden bir ferdin bile tanassur etmesi, (Hıristiyanlaşması) bütün Türk Milleti’nin Hıristiyanlaşması gibidir ve hepimizi derinden üzmelidir. 
Bu sonuç, yıllardır “Dinlerarası Diyalog” terânesiyle etrafı toz-duman eden, Müvâzi Hareketin ve onlara her zeminde yardımcı olan kimi İlâhiyatçı hoca’ların, Azîz Türk Milleti’nden hiç değilse ba’zılarını getirdikleri son noktadır. 
İşte, Sevgili Peygamber’imizin bir mu’cize olarak haber verdiği, “Sabahleyin evinden Müslüman olarak ayrılanların çoğu, akşam evine kâfir olarak, akşamleyin evlerine Müslüman olarak dönenlerin çoğu da, sabahleyin evlerinden kâfir olarak çıkarlar,” buyurduğu husus tam budur. Yegâne hakikat, Şerî’at-i Garrâ-i Ahmediyye dururken, bununla iktifa etmeyip, küfürden, şirk’ten medet beklemek, küfre rıza, küfrü iltizam küfürdür. 
Aziz Kardeşim, Türkçe’de “Şetm” (Sövme)’ye, genellikle “küfretmek, küfretti” deriz. Halbuki, her sövme (Şetm) küfrü iltizam etmez. Elbette ba’zı mefhumlara sövmek küfrü mûcib olabilir. 
Dine, iman’a, kitab’a ve diğer mukaddes’lere, Ka’be’ye mescidlere sövmek küfrü mûciptir. 
Peygamber’imiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “betahsis ba’zı şeylere sövmeyiniz,” buyurmuştur. 
Câbir radiyallahu anh’in rivayetine göre, Peygamber’imiz komşularından Ümmü Sâib’in evine geldiğinde, kendisini şiddetle titremekte iken buldu da, “Sana ne oldu da böyle titriyorsun?” buyurduğunda, Ümmü Sâib, “Allah Kahretsin! Sıtmaya yakalandım, yâ Resûlellah!” dedi. 
Bunun üzerine Resûlüllah, “Sıtmaya sövme, çünkü körüğün demirin pasını gidermesi gibi, sıtma da insanoğlu’nun (küçük) günahlarını temizler,” buyurdu. 
Peygamber’imizin betahsis başka şeylere de, “Sövmeyiniz” ta’limatları vardır. 
Elfâz-ı Küfür ve diğer mes’eleler hakkında gelecek yazıyı bekleyiniz...