Sevgili Peygamber’imiz bir Hadis-i Şerif’lerinde, “Rabbim beni terbiye etti, te’dibimi de ne güzel yaptı” buyurmuştur.
Rabbimize nâ mütenâhî şükürler olsun ki, Biz’leri de vâris-i Nebî, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî, el-Ma’rûf bi (TUNAHANI) Efendi Hazretleri te’dip ve terbiye etmiştir.
Bizler, bize “Merhabâ” diyenlerin “Merhabâ” dediklerini kardeş, karındaş bildik. Dâimâ hal hatırlarını sorduk, hastalıklarında ziyaret ettik. Dâr-ı Bekâ’ya intikalleri halinde cenaze namazlarına katıldık, âhiret yolculuğunda kendilerini teşyî ettik.
Biz, “Evlâdım! Biz yıkık bir değirmenin önünde kırk yıl bekleriz”, Mübârek kelâmını kendimize rehber edindik. “Bir fincan kahve’nin kırk yıl hatırı vardır.”
Tesbitlerinize ve görüşlerinize aynen katılıyorum. Yukarıya kısaca aldığım düstur istikâmetinde tavrımı değerlendirirseniz sevinirim.
- Değerli Kardeşim Ertuğrul.
Her devrin Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ve Müceddidini bulmak ancak, Nasib-i Ezelî ile mümkündür. Nasibi olmayanlar, yıllarca, suyu kesilmiş bir çeşme’nin başında veya yıkık bir değirmenin önünde beklerler de nasiplerine bir şey düşmez.
Elbette, her mü’min zamanın sahibini bulmak için a’zami derecede cehd etmek, say-u Gayrette bulunmak zorundadır. Fakat buna rağmen yine de Sahib-i Zamanı bulamayabilir. Sâlik gerçekten ihlaslı ve samîmî ise, Sahib-i Zaman’ı bulamasa da, o devir’deki mürşid-i Kâmil ve mükemmil’in füyûzâtından istifade edebilir. Gerçek’ten ehl-i Tarîk olanların o devirde teselsülleri kopmuş, nisbet-i Sahîha’ları bulunmuyorsa, Allah’a ulaşan o tarîkatlerin şeyh’i ve mürşidi, zamanın sahibi ve mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’dir.
Bütün bunların ötesinde, Cenab-ı Hakk, cennetini rızasını İman-ı Sûrî’ye bağlamıştır. Yâni, herhangi bir mü’min, Turuk-u Âliye’den herhangi birisine sülûk etmemiş bile olsa, âhiret âlemine, iman ve ikrarla intikal edebilirse, Allah’ın rızasına erecek ve cennete girecektir. Bu bakımdan, sözünü ettiğiniz Kardeşlerimizi, hâşâ! Frak-ı Dâlle’den, aramızda dinin temel kâideleri üzerinde ciddî ihtilaflarımız olan Vehhâbî’lerle mukayese edilmesine aslâ gönlüm râzı olmaz. Bu kardeşlerimiz, ehl-i Sünnet, hâlis-muhlis mü’min’dirler. Bu imam ve ikrar üzere ölmeleri halinde cennete gireceklerdir.
- Selv, remziyle yorum yapan Ey Âdemoğlu.
Müstehzî bir tavırla yorumunuza başlamışsınız, fakat onu da becerememişsiniz yazık!..
İyi dinle! Bu cevabım, sana verilecek son cevaptır. Bundan sonra yorumların asla dikkate alınmayacaktır. Aslında sana kızamıyorum bile. Ancak, halinize, içine düştüğünüz duruma bakıp size acıyorum. Öyle anlaşılıyor ki, uzun yıllar, suyu kesilmiş, İstanbul çeşmeleri gibi, suyu kesilmiş, harâp bir çeşme’nin önünde, kuru kuruya, beklediğiniz ve bu hakîkat bir kırbaç gibi suratınıza vurulduğu için, derîn bir İnkisar-ı Hayâl içine düştünüz.
Dinle ve anlamaya çalış! Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliye’de, Silsile-i Zeheb ve Silsile-i Saâdât’ın temel düsturlarından birisi, “Zahirimiz Halk ile, Bâtınımız Hakk ile”dir.
Benim giyim kuşamım, normal Türk insanı’nın giyim kuşamıdır. Diyânet İşleri Başkanımız da, Bakan’lar, milletvekilleri, İlâhiyat Profesör’leri, beş vakit namaza devam eden cami cemaati ve bütün Müslümanlar benim gibi giyip-kuşanıyorlar.
Mahmud Ustaosmanoğlu, Hürriyet Gazetesi’ne verdiği bir beyânatında, “Bizim tercih ettiğimiz bu kıyâfetler çok rahat olduğu için tercih ediyor, yakınlarımıza tavsiye ediyoruz. Yoksa bu kıyâfetler, dinî bir zorunluluk değildir,” diyordu.
- Dinle ve anlayaya çalış! Hazret-i Peygamber’in sünnetleri, Sünnet-i Hüdâ ve Sünnet-i Zevâid olmak üzere ikiye ayrılır.
Ezân-ı Muhammedî, Ramazan ayı’nda, Terâvih namazı, Ramaz ay’ında, Kur’ân-ı Kerim Hatmi, Ramazan’ın son on gününde, camilerde i’tikâf gibi Sünnet-i Hüdâ olan sünnetleri terk edenler ayıplanır, itham olunur. Sünnet-i Hüdâ’nın terki bütün topluma şâmil, belâyı mültezimdir.
Fakat, Sünnet-i Zevâid olarak vasıflandırılan sünnet’leri henüz yerine getiremeyen’ler, ayıplanamaz, itham edilemez. Zâid sünnet’lerin yerine getirilmesi halinde, sünneti yerine getirenler büyük sevaba nâil olurlar. Fakat, zâid sünnetleri henüz yerine getiremeyenler, azab’a düçâr olmazlar.
Bir Sünnet-i Seniyye, bir Sünnet-i Zâid olarak, mü’min bir kardeşimiz sünnete uygun, -ki, Sevgili Peygamber’imiz, sakalın şeklini ta’rif ederken, “Kabze” kelimesini kullanmıştır. Ba’zı Hadis Şârih’leri, “Kabza” kelimesini “parmak ucuyla tutacak kadar” olarak şarh etmişler. Diğer’leri, çene’nin sıfır noktasından i’tibâren, herkesin “kendi dört parmağının kavrayabileceği kadar bir uzunluk”, diye ta’rif ve şerh etmişlerdir. Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, çene’den i’tibâren dört parmaklık bir uzunluğu tercih ve tavsiye etmiştir.
- Ba’zı eser’lerde, sünnet olandan daha uzun bir sakalın o kişinin hamâkatine delâlet ettiğini yazmışlardır.
- Sakalı göbeğinde, dünya’nın en pahalı kumaşından diktirdiği poturu-şalvarı ve cübbesi olan birisinin, kandırılmış, Ecnebiyye, sabi-sibyancıklara tecâvüz iddiasıyla, bir müddet tevkîf edilmiş olması, rivâyet’lere göre kendilerine ödenen milyonluk dolarla ifadelerini geri çekmeleri üzerine tahliye edildiği ve muhâkeme’sinin hâlen devam ettiği dikkate alınınca, yalnız sakal bırakmakla, potur-cübbe-sarık giymekle ehl-i Takvâ olunmayacağı görülmüştür.
Sakal bırakmış, potur, cübbe giymiş, sarık takan nice insanlar vardır ki, yıllık ta’tillerini Ramazan Ayı’na denk getiriyor, seferî olduklarını iddia ederek, Ege sahillerinde 5 yıldızlı, lüks bir otel’de, gündüz’leri kuş sütü’nün eksik olmadığı açık büfe’lerde, güpe gündüz tıkındıklarını biliyoruz.
Şeytânî pazarlama motoruyla, nice ortak ve müşterilerini trilyonlarca lira zarar ettiren birisinin, İstanbul’da, inşa ettirmekte olduğu veya ettireceği, Saray’dan, devre-mülk sistemiyle, bir gecelik Saray Odası, “Garsoniye” deniliyor, -pek çoğunun müteaddid Zevcâtı olduğu da biliniyor.- almak için sıraya girdikleri biliniyor.
Tasavvuf, öncelikle, kalbin Emraz-ı Ma’neviyye’den tasfiyesi, Nefs-i Emmâre’nin Tezkiyesi demektir.
Öyleyse bu kudurmuşluk neyin nesi? Bu Nefs-i Emmâre’ye te’biyyet de ne oluyor? Sormak da bizim hakkımız...
- Pek Muhterem Şeref Şenyıl Beyefendi.
Teveccühünüze ve hakkımızda kullandığınız sitâyişkâr sözlerinize teşekkür’ler. Bu zeminde kalınız, bizi izlemeye devam ediniz.
- Pek Muhterem Nihat Bey Kardeşim.
Gurbetçi’ye, hakkettiği cevabı bir güzel vermişsiniz. Bize bir şey bırakmamışsınız, teşekkürler!
Ba’zıları, sıla’da gurbettedirler. Merhûm, Yıldırım Gürses, daha sonra bestelediği bir şiir-güftesinde, “Ben Gurbette Değilim, Gurbet Benim İçim’de,” derdi...
Ba’zıları için de, “Gurbet”, sıla gibidir. Bugünler’de, dev bir mikser gibi devletimizi karıştıran birisi, sahte gözyaşlarıyla “Hüzünlü Gurbet” şarkıları terennüm ediyor, fakat her nedense “Sıla”ya bir türlü dönmüyor.
Bizim Gurbetçi de aynı, muharebe meydanını terketmiş birisinin, sebat edip muharebeye devam edenlere taktik vermesi gibi tuhaf bir duruma düşüyor.
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’in esaslarını ve temel kurallarını sonuna kadar müdafaa ve muhafaza’ya devam...