Benim kendime ait herhangi bir internet sitem yoktur; ben haftanın Cum’a ve Pazartesi günleri, “Cum’a Sohbeti” ve “Tespitler” serlevhalı, yazılardan sorumluyum. Bu yazılar, gazete’de yayınlandığı gün aynı zamanda, gazetenin resmî internet sitesinde de yayınlanmaktadır. Dolayısiyle internet ortamında da yayınlanan yazılarla alakalı bir suali ve tereddüdü olanlar, tıpkı, sizin yaptığınız gibi yorumlar yapıyorlar beğeni ve tenkid’lerini açıkça bu ortamda ortaya koyuyorlar.
- Pek Muhterem Yusuf Kubat Kardeşim,
Cemaatle Tesbih Namazı mes’elesini çok geniş bir şekilde, bundan önceki “Yorumcu’lara Cevaplar ve Mutala’lar!...(25)” serisinde cevaplandırdım. Regâip, Mi’rac, Beraat, Kadir, bunlara Rebîu’l-Evvel ayının 12. gecesi, velâdet, bayram geceleri ve cum’a gecelerini de ilâve edebiliriz, bu geceler arasında, yalnız Kadir Gecesi hakkında başlı başına bir sure, “Kadr” Sûresi nâzil olmuştur. Beraat Gecesi hakkında da rivayet edilen ba’zı hadisler vardır.
Bu gecelerde, cemaatle nâfile namazlarını kılmak gibi açıkça bid’at olan şeylere tevessül edilmemesi şartıyla, her birini kendi bağlamında ihya etmekte, bu gecelerde kaza namazları, nâfile namazlar kılmak, evrad-ezkâr, tesbihat, tilâvet-i Kur’ân’da bulunmakta herhangi bir beis yoktur.
- Gurbetten Sılaya remziyle yorum yapan, sual soran Değerli Kardeşim “Tafdîlü’ş-Şeyheyn, Muhabbetü’l-Hateneyn,” iki yaşlı veya iki Kâim-i Peder’leri sırasıyla (hilâfet sırasıyla) faziletli saymak, iki bacanakları, Haz.Osman ile Haz.Ali’yi birbirinden ayırmadan her ikisini de sevmek, daha doğrusu, Ashab-ı Güzîn’in tamamını, Haz.Vahşî de dahil, -ki iman ile şereflendikten sonra Allah’ın Resûlünü çok az görebilmiştir.- hiçbirisi arasında fark gözetmeden sevmek, ehl-i Sünnetin temel şiar’larından birisidir.
Ayrıca, her fırsatta, Allah’ın Resûlüne Salât-u Selâm getirdiğimiz gibi, Hulefa-i Râşidîn ve diğer ashab-ı Güzin hakkında da hayırla anmak ve onlara du’a etmek de, ehl-i Sünnet’in şeârindendir.
Hulefâ-i Raşidîn ve diğer ashab-ı Güzin’in isimlerinin ve sıfatlarının zikredilmesi de bu cümledendir.
Hulefâ-i Râşidinin, hilâfet sırasında göre tafdîl edilmelerine mırın-kırın eden’ler, esas i’tibâriyle, Haz.Ali ve evladı dışındaki sahâbe’ye derece derece muğber olanlardır.
Şî’î, Râfizî, Ca’ferî ya da herhangi bir Fırak-ı Dâlle’den olabilirsiniz. Bunu açıkça belirtirseniz, çok da hoş karşılamamakla birlikte, sizin fikirlerinize saygı gösteririm.
Ben, ehl-i Sünnet mensubu birisiyim. Dilim döndüğünce elim kalem tuttukça, ehl-i Sünnet’in temel kâide’lerini müdafaa etmeye, ehl-i Sünnet düşmanı Fırak-ı Dâlle ile usûlü dâiresinde mücadele etmeye devam edeceğim. Benim açımdan bu mes’ele burada noktalanmıştır.
- İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin “Mektûbat-ı Kudsiye”sini Türk-İslâm İrfân hayatına kazandırmış olmakla iftihar ederiz. Mektûbat okumak, elbette ki, kimsenin tekelinde değildir, olamaz. Adı üstünde “Mektûbat”, mektuplar, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Farûk es-Sihrindî (k.s.) Efendi Hazretlerine başkaları tarafından şerî’at, tarîkat ve hakîkat ile alakalı olarak gönderilen mektuplar ve bu mektup’lara verilen cevâbî mektuplardır.
Mektubat, sabah namazlarından sonra okunan ve ezberlenen bir vird ve bir du’a tezkeresi, mecmuası değildir.
Vird gibi okumuş olsalar’da, hattâ ezberleseler bile, İmam-ı Rabbânî ile teselsülü, Nisbet-i Sahîha’ları bulunmayanların “Mektûbat”dan bir şeyler anlaması mümkün değildir.
Tavsiyem, teselsülleri ve nisbet-i Sahîha’ları olmayan İmam-ı Rabbânî mektup’larından ziyâde, teselsül ettirdikleri Hâlid-i Bağdâdî’nin Divanı’nı okusunlar. Tabi’î ki, Kürt olmayanlar anlayabilirseler!...
- MÜNAFIKLAR MES’ELESİNE GELİNCE:
“Çevrenizdeki bedevî Arap’lardan ve Medine halkından bir takım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilemezsin, biz biliriz onları. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itileceklerdir.” (Tevbe 9/101)
(Bir takım münafıklar iki yüzlülükte o derece mahâret kazanmışlardı ki, keskin zekâ ve ferasetine rağmen Peygamber (s.a.) onların münafık olduklarını sezemedi. Ancak Allah’tan vahiy gelince durumlarını anlıyordu. Çünkü münafıklar, kendilerini öylesine örtüyorlardı ki, hiç açık vermiyorlardı.)
Elbetteki Gaybı (Münafıkların kalp’lerindeki küfrü) Allah’tan başka kimse bilemezdi. Cenab-ı Hakk bildirinceye kadar Peygamberimiz de, hemen arkasında namaz kılanlardan ba’zılarının münafık olduklarını bilmiyordu. Nitekim, âyet-i Kerime bunu nâtıktır.
Ne zaman ki, Cenab-ı Hakk kimlerin münafık olduklarını Cibril-i Emîn vasıtasıyla Cenab-ı Peygamber’e bildirdi. Ondan sonra Resûlüllah Efendimiz de haberdar edildi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, münafıkların kimler olduğunu ashabı arasından sır saklayan, ketûm, Haz.Huzeyfetü’l-Yemânî’ye bildirdi. Haz.Ömer radiyallahu anh Efendimiz bunu sezdiğinde, Huzeyfetü’l-Yemânî’ye, “Kardeşim Huzeyfe, münafıkların kimler olduğunu sana sormayacağım. Ancak, Resûl-i Ekrem acaba bende de nifak alâmeti görüyor mu, hiç değilse onu söyle” diye yalvarmıştı.
Ba’zı tefsir ve siyer kitap’larında, münafıkların sayısının 360’dan fazla olduğu bildiriliyor. Sayı mühim değil, mühim olan, uzun bir müddet bu münafıkların nifak ve küfürlerini uzun yıllar gizleyebilmiş olmalarıdır.
Münafıklardan ba’zılarını ise, Mescid-i Nebeviyye’de Cum’a hutbesi sırasında, Sevgili Peygamber’imiz bizzat deşifre etmiş, “Ey! Sen münafıksın, Mescid-i Nebevî’yi terk et!” demiştir.
- Peygamber’imiz, sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Benim Ümmetimin (herhangi bir mes’ele, Fıkhî Mes’ele) üzerinde ittifak etmiş olması kat’î delildir” (Edille-i Şer’iyye’den İcmâ-i Ümmeti işaret ediyor.)
“Ümmetimin (fıkhî herhangi bir mes’ele’de) ihtilâf etmiş olması geniş ma’na’da rahmettir,” buyurmuştur.
İmam-ı A’zam Ebû Hanife, İmam Ebû Yusuf, İmam Züfer ve İmam Muhammed gibi önemli talebesi’nin zamanı, Hicrî 2. Asır,
Hicrî, ikinci asır, birincil ve ikincil deliller, Kur’ân ve Hadis’ten hüküm çıkarmak ve içtihad asrıdır. Dolayısiyle İmam-ı Âzam Ebû Hanife ile talebe’lerinin ihtilâf etmeleri son derece normaldir. Onların kendi aralarında ihtilafları nefsânî değil, tamâmen içtihâdî’dir. Müçtehid içtihadında her zaman isabet etmeyebilir. Fakat, isâbetinde iki sevap, hatasında, hata demeyelim, isabetsizliğinde de bir sevap kazanır.
İmam-ı Âzam Ebû Hanife ile talebesinin ihtilâfı, düşmanlık, muğberlik doğuracak bir ihtilâf değil, daha doğruyu arama müsabakasıydı. Fıkhî mezheb’lerin, tabi’î ki, kasdımız hakk mezheb’lerdir, hepsinin imamı İmam-ı Âzam Ebû Hanife’dir. Kendisi, en çok hadis rivâyet eden Asr-ı Saâdet’in genç sahabî’lerinden ba’zıları ile müşerref olmuştu.
Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebû Evfâ ile Kûfe’de, Sehl bin Sa’d es-Sâidî ile Medine’de, Ebû el-Tufeyl Amir İbn-i Vâile ile Mekke’de görüşme ve sohbet etme imkanına kavuşmuştu.
Onlardan da aldığı geniş bilgi ve bizzat öğrendiği hadis-i Şerif, özellikle de, çocukluk yaşından i’tibâren, Peygamber’imizin irtihaline kadar hizmetinde bulunan, kavlî, fîli ve ikrârî sünnet’lerine tam vakıf, Enes bin Mâlik’ten çok şey öğrendi. Bu bakımdan isâbet derecesi çok yüksek içtihad’lar ortaya konuldu. Edille-i Şer’iyye’den, İçmâ-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukahâ, delil olarak Kitap ve Sünnete ilâve edildi.
İhtilaf etmiş olmak için muhâlefet edilmez.
Kitab’a, Sünnete, ehl-i Sünnet akîdesine aykırı bir durum zuhur ederse, aykırı davrananlar kim olursa olsunlar, bizi karşılarında bulurlar. İhtilafın en şiddetlisini yerine getirir ağızlarının payını veririz. Bu zemin, arşivlere intikâl eden binlerce makalemiz, tavrımızın inkâr götürmez delilleridir.