DEĞER’Lİ ERTUĞRUL BEKTAŞ KARDEŞİMİZE CEVAPLARIN DEVAMIDIR!... 

Devrin Büyüğü, anlatıldığı gibi, Antalya’ya götürüldü ve tevkif edildi. Aslında, ta’kîbatın hazırlık safhasına bakıldığında, Dosya’da ne tevkif için ve ne de mahkûmiyet için geçerli hiçbir delil, itham bulunmamaktaydı. Ne var ki, zamanın ruhu konjektürel şartlar maalesef, fasa fiso’dan sebeplerle hem tevkifine hem belli bir süreli mahkûmiyetine karar verildi. 

Muhâkeme, (Yargılama) mevkufen, (tutuklu) olarak devam etti. Devrin Büyüğünü ve da’va dosyasında adları geçen diğer Antalya’lı kardeşlerimizi, muhâkeme (yargılama) sırasında Antalya’daki ve İstanbul’daki ba’zı Avukat arkadaşlarımızın yanında, devrin, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türk Grubunda, Merhûm Büyüğümüzle beraber çalışan, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üye’lerinden, C.H.P. Ankara Milletvekili, Merhûm, Muammer Aksoy Hoca da vardı. 

Kendisine Hocaların Hocası denilirdi. O tarihlerde Kürsü hâkimi ve C.Savcılarının ekserisi kendisinin, Ankara Hukuk Fakültesi’nden talebesiydiler. Avrupa Konseyi çalışmalarından yakinen tanıdığı, devrin Büyüğünün ve diğer arkadaşlarının müdafaasını herhangi bir ücret kabul etmeksizin yüklenmişti. 

Da’va’nın seyrini öğrenmek ve kendisine teşekkür etmek için kendisini Ankara’da ziyâret ettiğimde, “Hocam! Büyüğümüzü herhangi bir bedel kabul etmeksizin müdafaa ettiğiniz için kendim, arkadaşlarım, câmiamız adına Zât-ıâlinize çok teşekkür ederim. Ancak, izin verirseniz, Ankara-Antalya gidiş-dönüş uçak biletlerinizi biz alalım. Hem gazete olarak T.H.Y.’ına nakit para ödemiyoruz, ilan ve reklâm karşılığı alıyoruz. İzin verirseniz, T.H.Y.’ına ta’limat verelim,” dedim. 

Hoca, bana fena halde sinirlendi, “Akseki’li komşu ilçelerin insanıydık. Mahallî şive ile, “Ülen Oğlum. Du’a etki, burada benim misafirimsin, öyle olmasaydı, sana öyle bir dayak atardım ki, haydi Kemal Kacar Bey’in biraz da şaka yollu sık sık tekrarladığı gibi, “Alim Allah! Kızılcık Sopasıyla affedersin, E......k sudan gelinceye kadar seni döverdim,” dedi. 

Merâk etme! Bu da’va’nın içi boş, Mahallî Mahkeme, Antalya Ağır Ceza Mahkemesi mahkûmiyet kararı verse bile konjonktür gereği, bu da’va Temyîz’den döner dedi. Teşekkür ettim ayrıldım. Veda ederken, ayaküstü kapı önünde şunları da ilâve etti. “Kemâl Bey benim hayatımda tanıdığım Mümtâz ve Müstesnâ insanlardan birisidir. Onu tanımak, onunla arkadaş olmak benim bahtiyarlık duyduğum bir haslettir. Ona yardımcı olmak, eğer herhangi bir yardımım dokunuyorsa, benim için şereflerin büyüğüdür. Canını sıkma! En kısa zamanda, Kemal Bey’in de aramızda olduğu günlerde görüşmek üzere sana hayırlı yolculuklar,” dedi ve ayrıldık. 

Gerçekten de Muammer Aksoy Hoca’nın dediği gibi Antalya Ağır Ceza Mahkemesi, dosya’da herhangi bir sübût delili, iddiayı isbat zımnında somut herhangi bir delil bulunmamasına rağmen, zamanın ruhuna uydu, konjonktürel bir kararla Büyüğümüzü ve diğer Antalya’lı kardeşlerimizi belli sürelerle mahkûm etti. 

Mahkeme-i Temyîze gidildi (Yargıtay’a). Prof.Dr. Muammer Aksoy Hoca ve diğer avukatlar sıkı çalıştılar muhteşem bir Temyîz Lâyıhası hazırladılar. Temyîz Mahkemesi, (Yargıtay), i’tirazları yerinde gördü. “Savcılık İddiânâmesinde ileri sürülen hiçbir husus delillendirilememiştir. Maznûnlara atfedilen suçlar isbat edilememiş, da’va sübût bulmamıştır,” gerekçesiyle da’vâ esastan bozulmuş, maznûn’ların berâ’etlerine ve tahliye edilmelerine karar verilmiş. Berâ’et ve tahliye kararları herhangi bir şarta şurta bağlanmaksızın bihakkın verilmiştir. Böylece, Merhûm Büyüğümüz ve diğer kardeşlerimiz hiçbir kimsenin gölgesi düşmeden yüz akları ile bu belâdan kurtulmuşlardı.  

Bu da’va’nın Sıkıyönetim ile herhangi bir irtibatı da yoktu. Büyüğümüzün Sıkıyönetim Tâlî Komutanlığınca aranmış olması, Sıkıyönetim ilân edildiği andan i’tibâren, Adlî Kolluk vazifesi yapan Polis, Emniyet Kuvvetleri doğrudan Sıkıyönetim Komutanlığı’na bağlandıkları içindi. Yoksa da’va konusu iddialar, Sıkıyönetim Mahkemelerini alakadar eden konular değildi. Nitekim da’va, Antalya Ağır Ceza Mahkemesinde görülmüş, karara bağlanmış, Yargıtay’ın Esas’tan bozma kararı üzerine, tahliye’ler de Antalya Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilmiş, sağlanmıştır. 

Demem odur ki, Büyüğümüzle, devrin Sıkıyönetim Komutanlarının veya daha üst derecedeki Komutanlar, Millî Güvenlik Konseyi Başkanı, Kenan Evren ve diğer Konsey üyeleri Paşa’larla, herhangi bir pazarlık yapması söz konusu değildir.

Hal böyle iken, hem de artık, ebediyyete intikâl etmiş, kendisini müdafaa’dan aciz birisine bu kabil ithamlarda bulunmak, insânî değil, mertçe değil, hiç olmamış bir şeyi hayâl etmek, hayalin de ötesinde iddia etmek, iftiradır, apaçık bühtandır. 

Hatasıyla sevabıyla, İmam-ı Rabbânî Evladına 41 yıl “Ağabeylik,” etmiş birisine reva mıdır? Her insan gibi, Merhûm Büyüğümüzün de hataları olmuş olabilir. Fakat, bu durum, onun Câmia’mızı ehl-i Sünnet çizgisinde, İmam-ı Rabbânî ve Müceddid’in yolunda tutma istikâmetinde gösterdiği dirayeti gölgelemez. Kendileri her dâim, “Benim sizlerden herhangi bir farkım yoktur; Eğer bunu bir fark olarak görürseniz, benim fakım, çoğunuzdan daha önce Hazretimizle müşerref olmam, (Kendileri, Galatasaray Lisesinden me’zun oldukları yıl, 21 yaşında, 1938 yılında, Efendi Hazret’leriyle tanışma fırsatı bulur ve bir daha kopmamak, ayrılmamak üzere kendilerine kapaklanır.) bir de hasbelkadar, sıhriyyet yoluyla kendilerinin akrabaları arasına katılmamdır,” buyururlardı. 

1938’den i’tibâren, Müceddid’in 1959’da Tasarruf-u Ma’nevî ve Tasarruf-u Hakîkî’ye geçişine kadar, geniş mâlî imkânlarıyla ve bütün varlığıyla yanında olmuş, Müceddid’in Tasarruf-u Hakîkî’ye geçişinden sonra da, İmam-ı Rabbânî Evladına Ağabeylik etmiştir. 

Zaman zaman, ba’zı “Tevâkuşlar,” kendilerini göstermek maksadıyla diğer ba’zı kişilere, Kevnî Kerametler isnad ederler. Ba’zen de haddi aşarlar. Merhûm Büyüğümüz bunlara asla imkân ve fırsat vermez, dikkatsiz davranan ve bu hususlarda hassasiyet göstermeyen kişilerin, yurtlarda-kurs’larda sohbet etmelerini, diğer mekânlarda konuşma yapmalarını men’etmişti. 

Azîz Kardeşim Ertuğrul Bektaş Beyefendi.

Dînî hizmetler sahasını terk edip başkalarına bırakmak tâ başından i’tibâren hata idi. Sizin bıraktığınız boşluğu elbette birileri dolduracaktır. 15 Temmuz 2016 işgal hareketinden sonraki olaylar göstermiştir ki, bizim bıraktığımız boşluğu, ya Ellâ Mezhebiyye mensupları ya da Dâl ve Mudîl sapıklar doldurmuştur. Zararın neresinden dönülürse dönülsün, kârdır. Kardeşlerimiz dînî hizmetler sahasında, her kademeye tâlip olmalıdırlar. Bunun gereği, lisans ise lisans, lisanüstü ise lisansüstü, doktora ise doktora, titr ise titr, gereği yerine getirilmelidir. Nasıl ki, 1940’lı yılların sonlarından i’tibâren, 1963 yılına kadar, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın açtığı, müftülük-vâiz’lik imtihanlarına yoğun bir şekilde hazırlanıyor idiysek, şimdilerde de, önümüzde hangi engeller varsa, o engellerin aşılması için gereken çalışmalar yapılmalıdır. Böylece, İmam-ı Rabbânî Evladı, yeniden, minberlerle, mihrablarla ve kürsülerle daha da önemlisi Ümmet-i Muhammed ile buluşmalıdır. 

Azîz Ali Bilici Beyefendi. 

Bu zeminde yorum yapanlardan ba’zıları, sizler gibi mertçe kendi has adını soyadını yazarak yorum yapıyorlar, ba’zıları da muhtelif sebeplerle, “Remz” kullanıyorlar. Saygı gösteriyorum. Ancak, ister sarih isimlerini kullansınlar, isterse remz kullansınlar, bundan böyle, ehl-i Bid’ata ve ehl-i Dalâlete bu zeminde geçit vermeyeceğim. Sünnetleri Temessüke ve asla vazgeçilmezimiz olan ehl-i Sünneti müdafaaya devam. Lütfen katkılarınıza devam buyurunuz... 

Aziz Kardeşim Osman Ertürk Beyefendi. 

Ta’riziniz şahsıma müteveccih ise çok üzülürüm. Birileri, yurt’larda-kurs’larda, Hâlid-i Bağdâdî’nin menkıbelerini anlatırken, bendeniz, cübbeli-cübbesiz, ne kadar Teselsülü kopmuş, Nisbet-i Sahîhası olmayan’ların ölüm tehditlerine rağmen, Teselsülün devam ettiği ve Nisbet-i Sahîhasını muhafaza eden tek camia’nın, bizim Câmiamız olduğu hususunda onlarca yazı yazdım. Geriye doğru bir arşiv taraması yaparsanız bulursunuz. Bundan böyle, bu zeminde ehl-i Bid’at ve ehl-i Dalâlet ile sohbet edilmeyeceğini ve bunlara aslâ cevap verilmeyeceğini daha önce yazdım. 

“Ahmed” remzini kullanan Değerli Kardeşim. 

Doğrudur, günümüz, her bir yeni günün bir öncesini arattığı “Yevmü’l-Beter,” günüdür. Elbette cereyan eden hâdisât baş döndürücü ve garabetlerle doludur. Muttalî olduğunuz hâdisatı biraz da bu gözle ta’kip etmenizi tavsiyeden başka size ne söyleyebilirim ki!...