Değer’li Kardeşim Ertuğrul Beyefendi. Bu dünya’da, muttalî olduğunuz ba’zı sırları kabre götürmek mecbûriyyetinde kalırsınız. Bu sır’ları bir başkasıyla-başkalarıyla paylaştığınızda, ne size ve ne de başkalarına bir fayda sağlar. Aksine, büyük fitne’ye, yeni yeni kırgınlıklara, fesada sebebiyet verir. 

Bir de vâkıf olduğunuz ma’lumattan dolayı nedâmet duyar, “keşke aslâ, bu bilgilere muttalî olmasaydım,” temenni’sinde bulursunuz. Zirâ, nümüne-i İmtisâl olarak kabul ettiğiniz, (şimdiler’de “rol model” diyorlar.), her hususta güvendiğiniz, istinadgâh ittihaz ettiğiniz, zevât hakkında, sonradan muttalî olduğunuz bilgiler, sizi yıkar derîn bir sukut-u Hayâle uğratır. Halbuki bu bilgilere ulaşamasanız, istinadgah kabul ettiğiniz zât veya zevat hakkında Hüsn-ü Zannınız devam eder. Onun içindir ki, “Settâru’l-Uyûb” olan Rabbimiz, birbirimizin de ayıp ve kusurlarımızı setretmemizi emretmiştir. 

Hele hele, tecüssüs, kat’î olarak men’edilmiştir. 

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde, Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir.” (Hucurat 49/12)

(Zandan, acaba’lardan kaçmamız kusur araştırıp ayıpları deşmememiz ve gıybet etmemiz emredilmiştir. Çekiştirilen kimselerde, anlatılan kusurlar bulunsa bile, bunun anlatılmasının aslâ câiz olmadığı Haz.Peygamber tarafından açıklanmıştır.) 

Tecessüs, kat’î bilgisi olmadığı halde zan üzere, “olsa olsa bundandır.” Mantığı ile bir hükme varmaktır. Tecessüs ve zan üzerine bina edilen hükümler, çoğu zaman boşa çıkar ve insanları büyük vebâl altında bırakır. Tecessüs, sağlam bir ağaca girmiş kurt gibidir. Görünürde sapasağlam, yemyeşil, gümrah bir ağaç, içindeki kurt’un kemirmesiyle kof hâle gelir, bir de bakarsınız, yıkılmış, göçüp gitmiştir. 

Tecessüs, zaman’la nifaka, nifak tefrika’ya götürür. Herhangi bir topluma nifak ve tefrika girerse artık o toplumdan hayır gelmez. 

Hayat tecrübem, içerisinde, bulunduğum konumum i’tibâriyle hem kabre kadar götüreceğim sırlara vâkıf oldum hem de hiç arzu etmediğim bilgilere sahip oldum. Ba’zı sırlar hiç şüphe duyulmasın, benimle birlikte Berzah’a kadar gidecektir. İkinci-üçüncü şahıslar hakkında muttalî olduğum bilgiler ise, benim onlarla daha önceki münasebetlerimi hiç değiştirmedi. Duymadım, görmedim, bilmiyorum, mantığı ile hiç kimse hakkında hayal kırıklığım olmadı. En büyük zenginliğim de bu hâlimdir, diye düşünüyorum. 

Sizlere de bunu tavsiye ediyorum. Yaşanmış, bitmiş taraflardan ba’zıları, yıllar öncesinde âhirete intikâl etmiş vak’a’larda, araştırsak-bulsak, “haklı şudur, haksız budur,” desek, bizlere ve ümmete ne fayda te’min edecektir? 

Pek Muhterem Osman remzini kullanan Kardeşimiz: 

Tâbiîn’in en faziletli’lerinden, Abdullah İbn-i Mübârek’e: Efendim, bize biraz Ashab’ın ve onlardan hemen sonraki Tâbiîn’in hallerinden bahseder misiniz? Hayatları, birbirleriyle münasebetleri nasıldı? 

Abdullah İbn-i Mübârek, “Ben onların hallerini sizlere nasıl anlatayım?” Sizler onları görseydiniz, onlara “Deli” derdiniz. Onlar sizi görseydiler, onlar da size herhalde, “bunlar şeytan olmalılar,” derlerdi,” buyurmuş... 

Hizmeti sebkat etmiş öncülerle bugünküler arasında bir kuşak farkı kaçınılmazdır. Tıpkı, Ashab ile Tâbiîn ve Tebe’ü-ttâbîn arasında olduğu gibi, tıpkı, Mekke’nin Fethinden önce infak ve cihad edenlerle, Mekke’nin Fethinden sonra infak ve cihad edenler arasında olduğu gibi... 

Her bakımdan mahrûmiyyet yıllarında, “Bir Lokma Bir Hırka”, düsturu ile hareket edilirdi. Hattâ, bir lokma ikiye bölünür, bir hırka nöbetleşerek kullanılırdı. O yıllar’da madde-rızık gölgeydi. Gölgeyi önünüze alırsanız aslâ ona yetişemezdiniz. Ama, gölgeyi arkanızda bırakırsanız, gölge sizi ta’kip ederdi. Şimdilerde aksine rızık önde giden bir gölgedir, ona ulaşmak için soluk soluğa peşinden koşanların devri... Böyle bir devirde Ashab’ın, Tâbiîn’in, ya da hizmeti sebkat etmiş öncülerin fedâkarlığını, diğergamlığını arar da bulamazsanız elbette Sukut-u Hayâle uğrarsınız. 

Ashab-ı Güzîn’den Huzeyfetü’L-Adevî Hazret’leri anlatıyor: 

Yermuk Muharebesiydi. Muharebe Meydanında şehid’ler ve çok ağır yaralılar vardı. Benimle birlikte, Amcazâdem de harbe iştirak etmişti. Kendisini ayakta göremeyince mecrûh’lar (yaralılar) arasında aradım. Ağır yaralıydı, çok sıcaktı. Kırbamı uzattım, bir yudum su içsin, diye, aldı ağızına götürdü, tam içmek üzereyken, biraz öteden bir inilti gelmişti. Göz işaretiyle kırba’yı ona götürmemi işaret etti. Koşarak gittim, suyu ikram ettim, fakat biraz öteden bir inilti sesi daha duyuldu. O da içmedi, iniltinin geldiği yeri işaret ederek ona götürmemi söyledi. Koşarak gittim, fakat yetişemedim, şehîd olmuştu. Geriye döndüm, ikinci zâta içirmek istedim, o da şehid düşmüştü. Koşarak Amcazâdemin bulunduğu yere geldim, hiç değilse, ona içireyim, dedim. Fakat Heyhât! Amcazâdem de şehâdet şerbetini içmişti. Kırba içerisindeki bir yudum su hiçbirine nasip olmamıştı. İşte tesânüd, işte diğergamlık! Kendisini akıllı zanneden, kendisinden başka hiç kimseyi düşünmeyen insanlar elbette bu zevâta “Delî” diyeceklerdir. 

GURBETEN SILAYA, remzini kullanan Beyefendiye: 

“Me’mûriyet” mes’elesine takmışsınız. Aslını anlatayım. Yıl, 1959, mekân, İstanbul-Rami-Topçu’larda, Merhûm Mehmed Üretmen’in Demir Çekme ve Çivi Fabrikalarıyla Topçular Cami’i arasında kalan sac ve tenekelerle kapatılmış bir sundurma... Burada, Merhûm Mustafa Çırpanlı Hoca, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden gelmiş, 100’ün üzerinde talebe’ye Tekâmül okutuyor. 

Müceddid şeker hastalığından çok muzdarîp olmasına rağmen, zaman zaman, buraya geliyor, sohbetlerde bulunuyor, nasihat ediyordu. O yıllar’da milletimizin kâhir ekseriyyeti Fakr-u Zarûret içindeydi. İslâmî ilimleri tahsil için İstanbul’a gelenlerin neredeyse tamamı, köyler’den gelen, fakir ailelerin çocuklarıydı. Ayakkabıları, düzgün kıyâfetleri bulunmuyordu. Ayaklarında kara lastik, üzerlerinde, ev dokuması, ev dikimi, yünden-çuha’dan, şayaktan kıyâfetler vardı. Kıyâfet denilirse. 1956’dan i’tibâren, Diyânet İşleri Başkanlığı’nca açılan, müftülük, vaiz’lik imtihanlarını kazananlar, muhtelif il ve ilçelere, müftü, vâiz olarak ta’yin edilmişlerdi. 

Diyânet bünyesinde  me’mur olanlar, yeterli olmasa da belli bir miktar maaş alıyorlardı. Bulundukları illerin ve ilçe’lerin protokolüne dahil olduklarından, artık, onlar da, kolalı beyaz gömlek giyiyor, kravat takıyor, Sümerbank’ın, Merinos kumaşından diktirilmiş takım elbise giyiyorlardı. 

İnsanoğlu’nun mayasında, yaratılışında, biraz kıskançlık vardır. Hased-kıskançlık demesek bile, en azından, gıpta-imren, diyelim. Müceddid, tasarrufuyla bunu sezdiği gibi, buradaki son sohbet’lerinden birisinde; 

- Siz, Allah’ın Me’muru, 

- Resûlullah’ın Me’muru, 

- Kur’ân-ı Kerim’in Me’muru, 

- Şer’i Şerif’in Me’muru, 

- Füyûzât-ı Rabbâniyye’nin-Pîran’ın Me’murusunuz, buyurmuşlardır. Daha sonraki yıllar’da, bir başkaları, Müceddid’in bu sözlerini tekrar etmişlerse bundan başka ma’nalar çıkarmak gereksiz vehimlerdir. 

Muhterem Faruk remzini kullanan Kardeşim. Gazete’nin email adresine “Mustafa Akkoca’nın dikkatine,” diye ulaşırsanız iletileriniz anında bana ulaştırılır. 

Muhterem Osman Ertürk: 

Doğru yoruma, selim mantığa ne söylenebilir ki!...