Almanya'dan Pek Muhterem Ertuğrul Kardeşimiz, Doğrudur, o yazı sadece benim bölgemi alakadar eden bir yazıydı. Konya’mızda, inşa edilen cami’i’lerin, neredeyse tamamı, Osmanlı ve Selçuklu döneminde inşa edilmiştir. Önemli okullar, Sultan 2. Abdülhamid döneminde inşâ edilmiştir. Cumhuriyet Döneminde, 1970’li yıllara kadar devlet yatırımı olarak tek bir çivi bile çakılmamıştır. Cumhuriyet döneminde, Konya Çiftçisinin elinden-avucundan artırdığı küçük sermâyeler ile kurdukları, Şeker Fabrika’larına bile, devlet tarafından el konulmuştur.
Doğrudur, Konya Cumhuriyet Döneminde iki Başbakan çıkarmıştır. Ancak, değişik sebeplerle, her ikisine de kısa süren Başbakanlık dönemlerinde hiç rahatlık verilmemiş, kısa müddetler zarfında vazife’lerinden ayrılmak mecbûriyetinde kalmışlardır.
Ben o yazıyı yazdığımda, 1 Kasım milletvekilliği seçimlerinde, %49,5 nisbetinde rey almış, T.B.M.M.’sinde, 317 milletvekiliyle temsil edilen, siyâsi olarak çok güçlü bir parti’nin Genel Başkanı, İktidar’ın ilk üç ayında, seçim va’ad’larinin tamamını yerine getirmiş bir Başbakan vardı. Kısa bir müddet sonra vazifesinden ayrılacağını açıklamak mecburiyetinde bırakıldı. Eski bir siyâsetçi, "Siyâsette 24 Saat bile çok uzun bir süre zamandır, her şey değişebilir," derdi.
Bu durum karşısında, Konya-Beyşehir, Gembos-Antalya Yolunun tamamlanması, hiç gelmeyecek "bir başka bahara" kalmış demektir.
GURBETTEN SILA’YA Remziyle Yorum Yapan Beyefendiye:
Bu zeminin ölçülerine göre uzunca bir yorumla, çok uzun cevap verilmesi gereken mevzu’lara temas etmişsiniz. Hepsinin de cevabı vardır;
a) İmam-Hatip Mekteplerinde, sözde, Yüksek Dini Eğitim veren diğer okullar’da, Yüksek İslâm Enstitüsü’nde ve İlâhiyat Fakülte’lerinde istenen ve arzu edilen eğitimin verilmemesi-verilememesi, sadece bizim tesbitimiz değil, bu okulların ilk me’zunlarının ve bu okullara öncülük eden insanların da tesbitidir. 
Diyânet’in ve dinî hizmetlerin, İmam-Hatip Okulalrı me’zunlarından başka herkese kapatan kanunun, mer’iyete alındığından on yıl bile geçmeden, kanunda değişiklik yapılarak, Diyânet Bünyesi’nde bir Olgunlaştırma Dairesi kurulmuş, bu maddeye istinâden, Diyânet Eğitim Merkez’leri kurulmuştur. Bu merkez’lere Diyânet İşleri Başkanlığı Bünyesinde, müftü, vâiz, Kur’an Kursu muallimi, imam-Hatip ve müezzin-kayyım olarak vazife yapanlar imtihan ile alınmış, önceleri iki yıl, daha sonraları, aslî vazifeleri uhdelerinde kalmak ve karşılığı ücretlerini almak kaydiyle, dört yıl müddetle eğitime alınmışlardır.
İmam-Hatip Mekteplerindeki eğitim, imam-Hatip’lik için, İlâhiyat fakülte’lerindeki eğitim, müftülük, vâiz’lik ve diğer hizmetler için kâfi gelseydi, elbette bu eğitime ihtiyaç duyulmayacaktı. 
İmam-Hatip Okullarından me’zun olduklarında, köy imamlığına tâlip olmadıkları için kanu’nun, mer’iyete alındığından i’tibâren geçen üç yıl içinde Diyânet İşleri Başkanlığı, yaklaşık, 14 bin, ilk ve ortaokul me’zunu ve fakat, liyâkat ve ehliyet sahibi kimseyi vekil imam olarak ta’yin etmek mecbûriyyetinde kalmıştı. 
b) ELLÂ MEZHEBİYYE (Mezhepsizlik):
1970’li yılların başından beridir, Türkiye’deki "Ellâ Mezhebiyye"nin "Ağababa"larıyla mücadele ettim, hâlen de etmekteyim. Aslında, siz ve ağababalarınız, "Ellâ Mezhebiyye" Mezhebi mensup’ları, "Mezhepsiz", değilsiniz, Sizin de bir mezhebiniz var, fakat Sizin Mezhebiniz, İslâm dairesindeki i’tikâdî ve ameli hak mezheplerden değil, Fırak-ı Dâlleden, Selefî ve Haricî mezhebidir. Günümüzde karşılığı ne yazık ki, İŞİD’dir.
Ellâ Mezhebbiye mezhebi mensubu olmak aslında, husûsiyle Muamelât-ı Nâs’a aid hükümlerin delilleri olan, İcmâ-i Ümmed ile Kıyas-ı Fukahâ’yı, yâni Edille-i Şer’iyye’den ikisini inkar ma’nasına gelirki, bu da Şer’i Şerif’in yarısını inkâr etmektir.
“Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri döndüklerinde, onları ikaz etmek için geride kalmalıdırlar. Umulur ki sakınırlar." (Tevbe9/122)
Cenab-u Hakk, bu âyet-i Kerime ile kullarından ba’zılarının Ulûm ve Fünûn’da, alet ve âlâ ilimlerde derinleşmelerini, tefekkuh etmelerini, bilhassa, dinî ve fıkhî ilimlerde, üst mertebelere ulaşmalarını emretmiştir. Usûl-ü Fıkıh’ta, Fıkıh Usûlü’de derinleşip içtinad mertebesine ulaşıp, delil’den hüküm çıkarmak, hüküm istinbât etmek.
İşte mezhep imamlarının ve onların yanında bulunan talebe’sinin yaptığı budur. Bizler gibi içtihad seviyesinde ilmi olmayanlar da müçtehîd imamları taklid ederler. Mezhebî olmak, bir mezhebi taklid etmek bundan ibârettir.
c) MEZHEPÇİLİK, TARİKATÇİLİK?
Bu ta’birler, ancak, zemâdik’e yakışan ta’birlerdir. İslâm Dâiresi’nde, Ehl-i Sünnet Çerçevesinde, hak mezhep’lerden birinin imamına tâbi olmak, onun içtihadını taklid etmek aslâ "mezhepçilik", demek değildir.
Turuk-u Âliye’den birisine, daha doğrusu, bir mürşid-i Kâmil ve Mükemmi’e Nisbet-i Sahîha ile intisap etmek, tasavvuf ile meşgul bulunmak (sofîleşmek), Yüce İslâm Dini’nin, imam, islâm ve ihlâs boyutunda üçüncü boyutunu yerine getirmektir.
İhlâs Boyutu, Peygamber’imizin ifadesiyle, "Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmenizdir. Her ne kadar sizler Allah’ı göremiyorsanız da Allah, sizleri görmektedir." Bir Mü’min’e yaraşan, sürekli Allah’ın murakabesi altında bulunmakır. Buna gücü yetmeyenlerin, sürekli Allah’ın murakabesi altında olan bir Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in murakabesine girmektir. 
Ahlâk-ı Zemîme’den kalb’in ve Letâif’in tasfiyesi, Nefs-i Emmâre’nin tezkiyesi için tasavvuf ile iştigal etmek, bir Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in ma’nevi terbiyesine girmek şarttır.
Tasavvufu inkâr, tasavvuf’la istihzâ, tasavvufu hafife almak, en azından Yüce İslâm Dini’nin üçüncü boyutu, "İhlâs," boyutunu inkâr ma’nasına gelir ki, bu da insanı, küfre kadar götüren bir sebeptir. 
MUSTAFA ÇIRPANLI MERHÛM İLE ALAKALI YORUMUNUZ:
Yorumunuzda, "Ayne’l-Yakîn, Hakka’l-Yakîn Yaşanmış bir Olay," diye anlattığınız, tamâmen Hilâf-ı Hakîkat, hayal mahsulü bir vaka’dır. Şöyleki; 1966’dan bahsediyorsunuz. Daha dün gibi hatırlıyorum. Benim Çatalca’dan askerlik vazifesi için ayrıldığım yıldı. İstanbul-Çatalca’da, Bendeniz, Zeytinburnu-Taşcami’i’’nde, Seyfeddin Alkan Hoca’mızın, Kasımpaşa-Büyük Piyâle’den Hüseyin Kaplan Hoca’mız, Ümraniye’de, Mehmed Arıkan Hocamız ders okutuyorduk.
Merhûm, Mustafa Çırpanlı Hocamız, İstanbul’da, 1958 yılının sonlarından, 27 Mayıs 1960’a kadar kaldılar ve Rami-Topçular’da ders okuttular. 27 Mayıs 1960 Darbe-i Hükûmetinden sonra, kendi Memleketi olan Alanya’ya döndüler ve ömrünün sonuna kadar da Alanya’da ders okuttular ve Alanya’da kaldılar.
Bir ihtimal, İstanbul’a geldiklerinde, ders okutmak değil, fakat sohbet etmiş olabilir. Ancak, Bahsedilen cami’i’n, üst kadı dediğiniz, mahfil, çok küçük bir yer olup, 40 kişinin barınabileceği bir yer olmadığı gibi, ders ve sohbet halkası oluşturmaya da müsâid değildir. Farazâ, 45 talebe buraya sığdırıldı. Merhûm Mustafa Çırpanlı Hoca’mız da sohbette bulundu. Kendileri Halîm, Selîm bir insandı. Karşısındakine hitap ettiğinde duyulamayacak hafif bir sesle konuşur, mahçup ifadelerle ve zaman zaman, yüzü kızararak konuşurdu.
Okuttuğu ve ma’nevi olarak terbiye ettiği talebe’ye karşı da son derece müşfîk idi. Yaşına göre, "Kardeşim" veya "Evlâdım" diye hitap ederdi.
Hele, hele, talebele’rinden birisine veya İmam-ı Rabbâni Evlâd’ından birisine ve hangi sebeple olursa olsun, argo bir kelime ile "Ulan," diye hitap ettiğini söylemek, Merhûm Mustafa Çırpanlı Hoca’mıza büyük bir iftira-buhtandır. Muazzez ruhu bundan muazzep olmuştur. Buna hakkınız yoktur.
Altına imzamı attığım, Yazılarım beni bağlar. Sizin gibi ya ifratta veya tefritte olan, cübbeli-cübbesiz, sakallı-matruş, her kim varsa, onların söyledikleri, fikir ve görüşleri her ne ise beni alakadar etmez. Zaman zaman, onlarla da mücadele ettim, bundan sonra da ederim.