Pek Muhterem Salim ve Osman Ertürk Kardeş’lerim. 

Benim, Mürşid-i Kâmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’in Rahle-i Tedrisinde bulunanların isimlerini verdiğim zevât, sadece, 1954 yılının yaz aylarında İstanbul-Kısıklı-Çamlıca’da, Tekâmül Tedrisatına alınanlardır. Yalnız, bu zevâtı ve bu dönemi öne çıkarmamın sebebi, o ana kadar en kalabalık, talebe’nin aynı anda ve formel bir şekilde tedrisata oturmaları, bu Tekâmül’de bulunanların bir-ikisi hariç, hemen hemen, hepsinin müftü-vâiz’lik imtihan’larını kazanmaları, daha sonraki yıllar’da İmam-ı Rabbânî Evladı arasında önemli hizmetler’de bulunmalarıdır. Yoksa, isimlerini zikrettiğim zevât, Müceddid’in ne ilk talebesi’dir, ne de son talebesi olmuştur. 

Müceddid, 03 Mart 1924 tarihinde medreseler kapatıldığında, Dersiâm ve İbtidâ-i Hariç Medrese’sinde Müderris bulunuyordu. İbtidâ-i Hariç Medrese’si İmam-Hatip okuluna dönüştürüldüğü için bu okulun öğretim kadrosuna alınmış ise de, 19 Temmuz 1240/1924 tarih ve 1917/791 Sayılı Diyânet İşleri Reisliğinin yazısından anlaşıldığına göre, Dersiâm’lık vazifesi uhdesinde kalmak kaydıyla, kendi iradesiyle Müderrislik vazifesinden ayrılmıştır. 

Bu tarihten i’tibâren, bir taraftan Dersiâm’lık vazifesinin gereği ve bu imkân’dan faydalanarak, İstanbul’un Selâtîn Cami’lerinde ve cemaat bulduğu bütün cami’lerde va’az ederken, diğer taraftan da İslâmî ilimleri ta’lim edebileceği talebe aramaktaydı. 

Müceddid’in ilk talebesinden birisi, Cennetmekân, Beyağabeyimiz, Merhûm Kemal Kacar’dır. Merhûm Beyağabeyimiz, Âlet ve Âlâ ilimlerde yedi Tûlâ sahibi Bahîr bir âlimdi. Kurs’ları teşriflerinde ve zaman zaman, bizlerin Ziyârethâne’yi ziyaret ettiğimiz’de, bizlere öyle sualler sorardı ki, bizler, Tekâmül okutan hoca’lar bile bocalar, tâ beynimizden terlerdik. 

Sonra, Kerime’leri, Sultan Ablalarımız, Merhûme Hadice Bedîa Sultan ve Feriha Ferhan Sultan, yine Müceddid’in ilk talebesi arasındaydılar. Sultan Abla’larımız da içtihad derecesinde İslâmî ilimlere vâkıftılar. 

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, kendisinden önceki Mürşidi, Salahaddin İbn-i Mevlânâ Süracüddîn (k.s.) Efendi Hazretlerinin ma’nevî terbiyesi altında Seyr-i Sülûkini tamamlamış, Mürşidi’nin izniyle riyâzetini-çilesini doldurmuş, Mürşidi, kendisine veribileceği ne varsa hepsini bitamâmihâ verdikten sonra aradan çekilmiş ve kendisini Nisbet-i Ma’neviyye ve Nisbet-i Ruhâniyye ile bir önceki Kutbu’L-Aktab, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni (k.s.) Efendi Hazretlerine nisbet etmiştir.

Müceddid, Milâdî, 1936 yılında irşâd ve ihdâ vazifesine fiîlen başladığında, Divânü’s-Sâlihîn ve Meşhed-i Azîm toplantılarında, kendisine tasavvufî irşâd ve ihdâ yanında, Ehl-i Sünnet Akidesini tecdîd ve ihyâ zımnında, Ulûm-u Zâhirî-yi Diniyye’yi de tecdîd, ihyâ ve tedris vazifesi verildiği için ma’nevî irşâd ve terbiye’nin yanında, Ulûm-u Diniyye’yi tedris için önüne çıkan bütün fırsatları değerlendirmiş, bütün imkânlardan faydalanmış ve bütün şartları zorlamıştır. 

Bir taraftan, Tek Parti Mütegallibe, Devletin ağır baskısı ve ta’kibi altında bulunuyordu. Diğer taraftan maalesef, İslâmî İlimleri tahsil için meraklı tâlip ve talebe bulunamıyordu. Nazının geçtiğine inandığı ve pek yakınında olanlara bile çocuklarını okutulmak üzere yanına göndermelerini teklif buyurduğunda, “Hocam! Kusurumuza bakma, artık hocalık’ta istikbal kalmadı. Biz çocuklarımızın çalışmalarını, bir meslek sahibi olmalarını, para kazanmalarını ve bizlere yardımcı olmalarını istiyoruz,” diye cevap veriyorlardı. 

Akl-u Hayâle gelmeyen çarelere başvurdu; ta’kip ve tazyiklerden kurtulmak için, kendilerinin ve okutmak üzere kendisine refakat edenlerin gidiş-dönüş tren biletlerini alarak, İstanbul-Haydarpaşa, Adapazarı-Arifiye, arasında tren yolculuğu yapıyor, yolculuk sırasında ders okutuyordu. 

İstanbul’da ta’kip ve tazyikler artıp, hiç kimseye ders okutamaz hale gelince, İstanbul-Çatalca’da, Kabakça Tren İstasyonu’nda, Devlet Demir Yollarından iki adet açık vagon kiralayarak, güyâ, kömür ve saman ticaretiyle meşgul olacağını söyler, talebe’yi de yanında ücretli olarak çalışan işçiler olarak gösterir. Bunların işi, sabah’ları vagonlarda bulunan kömür ve samanı boşaltmak, akşamları tekrar doldurmaktı. Arda kalan zamanlarda da, istasyon’un yakınlarındaki mağara’larda ders okuyorlardı... Maalesef, bu da uzun süreli olmadı. Vâki bir ihbar üzerine, mağara’lar bir Yüzbaşı’nın komutasındaki Jandarma Müfrezesi tarafından basılmış, talebe’nin ellerindeki kitapları yırtılmış, tartaklanmışlardı... 

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Jandarma kumandanı’na, “Evlâdım Yüzbaşı, Allâhu Teâlâ Hazret’leri, iyi ki, seni kupay (Av köpeği) olarak yaratmamış, yoksa, dağda, taşta, hiçbir yerde, tavşan bırakmaz avlardın!,” buyurmuştu. 

MÜCEDDİD’İN İLK TALEBESİ: 

Müceddid’in ilk talebesi, umûmiyyetle yaşı ilerlemiş ve çoğu birer meslek sahibi, ticaretle iştigal eden kimselerdi. Bunlar arasında, Müceddidi ilk tanıyanlar’dan birisi, (1930’lu yılların başından i’tibâren), Konyalı olarak meşhûr olan, Merhûm Mustafa Doğanbeydi. Bilâhere yanında ve hizmetinde olanlar’dan, Kayseri’li, Hacı Refik Bürüngüz, Hacı Süleyman Kuşçulu, Hacı Mehmed Üretmen gibi sanayî’ci ve tacirleri kendisine tanıtan da Merhûm Mustafa Doğanbey’di. 

Sanâyî ve ticaretle iştigal eden, gündüzleri işleriyle meşgul olup bilhassa gece derslerinde Müceddid’in ders halkasına oturan bu zevât, metinleri ta’kip ederek formel bir eğitim almıyorlardı Fakat orada tecelli eden feyiz, bereket ve irfan’dan a’zamî derece’de istifade ediyorlardı. Zikri geçen zevâtı, yakından tanıma fırsatım oldu. Her birisi, Füyûzat-ı Muhammediyye’den feyiz almış, bereketlenmiş ve derîn bir irfân sâhibi kimselerdi. 

Bu ma’nada, Müceddid’in ilk talebesi, Av.Osman Bey, Kayseri’li, Hacı Refik Bürüngüz, (Pencere ve her nev’i cam ticareti), Mehmed Akçelioğlu (Alanya’lı, Denizyolları, Şehir Hatlarında Gişe Me’muru) Biletçi Mehmed Bey olarak tanınırdı. Biletçi Hüseyin Efendi, Beypazarlı, Ali Erol, (Terzi Ali, Ali Bey), Refik Akçalioğlu, (Alanyalı, Biletçi Mehmed Bey’in yakın akrabası, Manisa-Demirci, Manisa ve Sinop müftü’lük’lerinde bulundu. Mürşid-i Kâmil’in kardeşinin kızıyla evliydi.) Mustafa Çırpanlı, Çırpanlı Hoca, Evlâd-ı Fâtihâ’dan bir aile’nin çocuğu olarak, Alanya’da, 1910 yılında doğmuştu. (O devirde Alanya’nın resmî adı, Alâiye idi.) Devrin şartlarına göre, tahsiline tamamlamış, askerliğini yapmış aile hayatını ve ticârî işini kurmuştu. Zâhiren ve dünyevî’lik olarak hemen hemen, her şeyi tamamdı. Fakat, isti’dâtı Ezelî’siyle, nasib-i Ezelî’si olan vesiyleyi bulmalıydı. Onun için Mevlânâ Diyarı Konya’ya ve vesiyleyi bulurum, diye, başka diyarları gitmiş vesiylesini aramıştı. 

- Hiçbir yerde bulamamıştı. 

Alanya Eşrafından, Biletçi Mehmed Akçelioğlu ile, Antalya eski milletvekillerinden, Merhûm Hasan Akçelioğlu’nun pederleri, Şıh’ın Hacı Ahmed Efendi olarak Ma’ruf, Ahmed Efendi, Çırpanlı Mustafa Efendiye: 

- Mustafa Evlâdım, biliyorum, sen bir Mürşid-i Kâmil arıyorsun. Bunun için Konya’ya ve başka yerlere gittiğini duydum. Ticârî işlerin için –mal almak için zaman zaman, İstanbul’a da gidiyorsun. İstanbul’da benim oğlum Mehmed var. Ben adresini vereyim, belki onun delâlet edeceği birisi vardır,” der. 

Mustafa Çırpanlı, İstanbul’a geldiğinde, Biletçi Mehmet Bey’i bulur. Ferdası gün Cum’a’dır, Cum’a namazını Eminönü’ndeki Yeni Cami’de kılarlar. Müceddid va’az eder, Kemâl-i Dikkat ve hürmetle va’az’u Nasihati dinlerler. Namaz’dan sonra, cemaat Müceddid’in etrafını çevirirler ve bir muhabbet ve ihtirâm hâresi oluştururlar. 

Mustafa Çırpanlı da, çekingen ve mahcûb bir tavırla Müceddid’e yaklaşır, elini öpmek için hamle yapar. Müceddid, müşfîk bir nazarla bakar, kimsin? Nereden geldin? gibi sualler sormadan, elindeki cübbe-sarık çantasını eline verir, “Mustafa Efendi, al bu çantayı bakalım, demek sen bizi çok aradın,” buyururlar,” işte kapılanma o kapılanmadır. 

Çırpanlı Alanya’ya döner, Manifatura işini tasfiye eder, ailesinden izin alır, ver elini İstanbul, ve Müceddid’in Rahle-i Tedrisine cülûs... Mustafa Çırpanlı Osmanlı Medrese’lerinde ancak, 25 yılda tamamlanan bütün fünûn ve ilimleri çok kısa denilecek bir müddet zarfında tamamladı.