GURBET’TEN SILA’YA, remziyle yorum yapan kardeşimize cevapların devamı: 
- Sünnet’lerin terki, bid’at’lerin hudusu (zuhuru) bakımdan, asrımız Hicrî birinci bin yılın sonlarındaki ve ikinci binin başlarında, Hint Müslümanlarının asır’larından pek farksız görünüyor. 
Hicrî ikinci binin müceddidi, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî (K.S.) Efendi Hazretleri’nin uzak diyar’dan kendisine gönderilen mektuplara verdiği cevaplardan bu hususları anlıyoruz. 
İmam-ı Rabbânî Hazretleri’ne yazılan mektuplar ve bu mektuplara verilen cevaplar, Urduca’dan Arapça’ya tercüme edilmiş üç cilt halinde basılmıştı. 
Kadîm kütüphaneler’de kalan bir-kaç nüshadan başka mevcudu kalmamışken, Süleyman Hilmi Silistrevî (K.S.) Efendi Hazretleri’nin büyük himmetleriyle, Merhûm Kemal Kacar Beyağabey’in gayretleri ve maddî destekleriyle 1960’lı yılların başlarında, ofset tekniği ile yeniden bastırılmıştır. 
İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın yol haritası durumundaki bu mektuplardan, Hicrî ikinci binin başlarında, Hint Müslümanları’nın i’tikat’da ve tasavvuf’ta ne durumda olduklarını anlıyoruz. 
Tıpkı, memleketimizde 28 Şubat döneminde olduğu gibi, Hint Müslümanlarının yaşadığı ba’zı bölgelerde –ki, bu asırlarda Hint Müslümanlarının neredeyse tamamı ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akidesi üzereydi. 
- Hindistan’da Sâmane Beldesinde, bölgenin hatibi olan zât, Kurban Bayramı hutbesinde, Hulefâ-i Râşidîn (Allah onların hepsinden razı olsun) Efendilerimizin ismini zikretmemiştir. Hazır bulunan cemaatin i’tirazları karşısında, unuttuğunu i’tiraf etmemiş, “Unuttum, bu kabahat ve kusurumdan, unutkanlığımdan dolayı sizlerden özür dilerim,” dememiştir. Buna mukâbil, temerrüd etmiş ve inad ile “zikretmedim ise zikretmedim, size hesap vermek mecburiyetinde değilim” demek suretiyle mukabele etmiştir. 
Bölge’de bulunan ehl-i Sünnet mensubu eşrâf ve efendiler ise, tembellik ederek bu insaf ve edep mahrumu hatib’e, lâyık olduğu mukabelede bulunmamışlardır. 
Aaaah! Aaaah! milyonlarca, milyonlarca kerre yazıklar olsun!
Her ne kadar Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerinin zikredilmesi, hutbe’nin şart’larından değilse de, Allah bütün ehl-i Sünnet’in soylarını meşkûr eylesin! Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaatin şîarından, alâmetlerindendir. 
Ruhunda habâset, kalbinde ma’nevî bir hastalık bulunmayan hiçbir hatip, bilerek ve temerrüden bu zikri terk edemez. Farz edelim, taassup ve inad ile terketti, o zaman “Her kim, bir başka kavme benzemeye çalışırsa o kavimden olur,” vaîdinden nasıl kurtulacak. (Burada, kendisini bir başka kavme benzetmekten murad, Hıristiyan ve Yahûdilere, kâfirlere benzemek değil, ashab arasında ayırım yaparak, Hazreti Ali’yi fart-ı Muhabbetle sevmek, Hulafâ-i Râşidîn Efendilerimizden diğerlerine buğuz etmek ve onlara düşmanlık etmek noktasından Şî’a’ya benzemektir. 
Bilerek ve temerrüden hutbe’de Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerini zikretmeyen hatip, kendisini rafîzî ve şîa’dan olma, ithamından nasıl kurtaracak? 
Zâten, bu tavır, eğer Ehl-i Sünnet’in şeâiri ve alâmetlerinden olan Hazreti Ebu Bekr ve Hazreti Ömer (r.a) yâni, Şeyheyn’i tafdîl, Hateneyn’i (bacanaklar) Haz.Osman ve Hazreti Ali (r.a) Efendilerimizi sevmek şeklindeki formalasyona ise, ehl-i Sünnet Ve’l-Cematten ayrılmak, Hak yolundan uzaklaşmaktır. 
Bilinmesi ve iyi anlaşılması gereken şudur ki, 
- Şeyheyn, Haz. Ebu Bekr ile Haz. Ömer’in sırasıyla Peygamber’lerden sonra, beşer’in en efdalleri olma hususu, sahabe ve tâbiî’nin ittifakıyla sâbittir. 
İmam-ı Şâfiî, Şeyh İmam Ebu’l-Hasan el-Eşarî’nin de aralarında bulunduğu bu ümmetin bütün önderlerinin ittifakıdır. 
Öte yandan Hazreti Ali Kerreme’llâhu Vechehû Efendimizden tevâtüren rivâyet edilmiştir ki, Haz.Ali, kendi hilâfeti zamanında kendi taraftarlarından çok büyük bir kalabalık (Cem-i Gafîr) huzurunda ve kendi hükümranlığındaki kürsüden, “Haz. Ebu Bekr ve Haz. Ömer’in, bu ümmetin en faziletlileri olduklarını beyan etmiştir. 
Zehebî, “Hazreti Ali Efendimizin bu beyanını (i’timad olunan) seksen küsûr kişi rivayet etmiştir,” demiştir. 
İmam-ı Buhârî, Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerim’den sonra en sahih kitap olan Sahih-i Buhâri’de rivayet etmiştir ki, 
- Haz.Ali Kerreme’llâhu Vechehû’dan rivayet edilmiştir: 
- Haz. Ali (r.a) buyurmuştur ki; “Peygamber salla’llahu Aleyhi ve sellem’den sonra, insanların en hayırlısı, Ebû Bekr, sonra Ömer daha sonra da bir recûl...”
- Oğlu Muhammed bin Hanefiyye, “O’ndan sonra sen Babacığım,” dediğinde ise, “Ben ancak Müslümanlardan birisiyim,” demekle iktifa etmiştir. 
28 Şubat döneminde, memleketimiz cami’lerinde Cum’a ve bayram hutbe’lerinde, Hulefâ-i Râşidin’in isimlerini zikrini yasaklayanlar, ashab düşmanlığından hareketle, ashab arasında tefrika yaparak, memleketimizde Haz. Ali’ye fart-ı Muhabbetleri dolaysiyle, Haz. Ebû Bekr ve Haz. Ömer ve Haz. Osman düşmanlığı yapanların te’siriyle yasaklanmıştır. 
Yüzbine yakın cami ve mescid’lerde, Cum’a ve bayram hutbelerinde, Hulefâ-i Râşidin’in isimlerini zikretmeyenlerin tamamının, Şîa’ya meylettikleri, içlerinde habâset, kalplerinde ma’nevî bir maraz bulunduğunu iddia etmek hata olur. Fakat, ba’zı hatiplerin inad’la, amden ve ısrarla zikretmekten kaçınmaları, ister istemez, kendileri hakkında ba’zı tevehhümlerin doğmasına sebebiyet veriyor.
Hulefâ-i Râşidin Efendilerimiz dünyevî ve uhrevî bakımdan Sevgili Peygamber’imizin en yakınlarıdır. 
- “İşte Allah’ın, iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği ni’met budur. De ki, “Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan şükrün karşılığını verendir.” (Şûrâ 42/23) 
Bu âyet-i Kerime’nin hükmü gereği, Peygamber’imizin yakınlarını sevmek bütün Müslüman’lara farzdır. 
Dolaysiyle ashab arasında ayırım, hele hele Peygamberimizle, sıhrî yakınlığı olanların arasında ayırım, sadece bid’at ve dalâlet değil, küfürdür. 
Resûl-i Ekrem Efendimiz salla’llahu aleyhi ve sellem: 
“Ashabım hakkında Allah’tan korkunuz ya da Allah’a sığınınız. Benden sonra, asla kendilerine buğuz beslemeyin! Kim onları severse, benim sevgim onları sevenlerle beraberdir. Her kim onlara buğuz ederse, benim buğzum da onlaradır. Her kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş olur ki, Allah’a eziyet etmeye cür’et edenin alınması, azab edilmesi pek yakındır.” buyurmuştur. 
Cenab-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerim’de, ehli kitab’ın zemmi zımnında, 
“Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür.” (Maîde 5/79) 
- “Din adamları ve âlimleri onları, günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten menetselerdi ya! İşledikleri (fiiller) ne kötüdür” (Mâide 5/63) 
- “Onlardan pekçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kötüdür.” (Mâide 5/62) 
- “Dinin aslına taalluk etmeyen konuları bir şartmış gibi göstermemek, “Biraz selefîci bir görüşü aksettirir. Yâni, Kur’ân’da varsa kabûl, yoksa reddetmek!..
Peygamber’i, Peygamber’in Hadis’in devredışı bırakmak anlayışı... 
Edille-i Şer’iyye’nin (şer’i Şerifte hüküm çıkarmak için) iki temeli âyet ve hadis’tir. Âyet ve hadisleri en güzel tefsir eden, tahlil edenler de, ehl-i Sünnet âlimleri ve müçtehid’leridir. 
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaati, diğer Frak-ı Dâlle makûlesinde görme ve gösterme gayretlerine şahid olmaktayız. 
Halbuki, bir tarafta ana damar, anayol, teşbih’te hata yok, son sistem aydınlatılmış, vâdiler viyadüklerle, dağlar tünellerle aşılmış, sağlam köprüler kurulmuş, yol işaretleri mükemmel otoban, Sırat-ı Müstekîm, dosdoğru yol, diğer tarafta, çıkışı belli olmayan, çeşitli kasisler, avârız, derîn ve karanlık çukurlar olan, ana yoldan tamamen farklı Frak-ı Dâlle... 
Böyle olunca, Ehl-i Sünnet’in şeâir’inden (alâmet’lerinden) herhangi birisini terk etmek de Anayoldan sapmaktır.