“İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış, (kronik hastalığı bulunmak gibi) devamlı mazereti olup da oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakir doyumu kadar fidye vermeleri gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 2/184)

Günümüzde, başta Diyâbet (şeker hastalığı), olmak üzere, maalesef henüz tamamen tedavisi mümkün olmayan pek çok hastalık sebebiyle bırakınız yaşlıları pek çok genç insanımız bile farz olan oruçlarını tutamıyorlar. Bu insanlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’na veya fakihlere, ne yapmaları gerektiğini sorduklarında, kendilerine tutamadıkları beher gün için fakirlere bir fidye vermeleri gerektiğini söylüyorlar. İmkânı olanlar ki, bu imkân, Sadaka-i Fıtr ve Kurban kesme nisabıdır, yukarıda kerrâtla ifade edildiği gibi dinen zengin olmaktır.

Pekiyi! Bu imkâna malik olmayanlar, meselâ, bülûğ çağına yeni ermiş, mükellef, öğrenci, çalışmıyor-çalışamıyor, hiç bir geliri yok, orucunu tutamadığı için fidye vermesi gerekiyor. Bu durumda ne yapacaktır?

Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

“Biz, bir defa Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’in huzûrunda otururken birisi geldi. Ve:

- Yâ Resûla’llâh! Öldüm, diye hâlinden şikayet etti. ResûLULLAH:

- Sana ne oldu ki ? diye sordu. O kimse:

- Yâ Resûla’llâh oruçlu iken zevceme yaklaştım cevabında bulundu. Resûlullah:

- Azad edecek bir köle bulabilir misin? buyurdu. Soru soran:

- Bulamam, dedi. Resûlullah:

- Öyleyse iki ay zincirleme oruç tutmaya gücün yeter mi ? diye sordu. Soru soran:

- Gücüm yetmez. (Hem ben bu felakete oruç yüzünden uğramadım mı? dedi. Resûlullah:

- Altmış yoksulu doyurmak yolunu da bulamaz mısın? buyurdu. Soru soran:

- Hayır, bulamam, dedi. Ve Ebû Hüreyre’nin rivâyetine göre, Peygamber’imizin huzûrunda biraz durdu. Biz de ne olacağını beklemekte iken Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’e içi hurma ile dolu ve râvî’nin (rivâyet eden Ebû Hüreyre’nin), “Miktel” dediği, (15 sâ’alabilen) bir zembil getirildi. Resûlullah:

- Hani o sual soran nerededir ? buyurdu. Sual soran Arâbî:

- Benim, diye (ayağa kalktı). Resûlullah:

- Bu hurmayı al, yoksullara sadaka olarak ver. Buyurdu. Sual soran:

- Benden fakir bir yoksula mı vereceğim? Yâ Resûla’llâh! Allah’a yemin ederim ki, Medine’nin iki kara taşlı iki nahiyesi arasında benim ailemden daha fakir bir aile yoktur, dedi. - Uhud ile Âir dağlarına (Lâbeteyn) denilir ve bu iki dağ arasındaki geniş arâzîye, (Medine Haremi) denilir.-Bunun üzerine Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem dişleri görülünceye kadar güldü. (tebessüm buyurdu). Sonra da sual sorana:

- Haydi bu hurmayı (al,) ailene yedir! buyurdu... (Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi Cild/ 6/ Sahife, 275, 276/ Hadis No:918) ÜÇÜNCÜ BASKI)

Bu hadis-i Şerif’i Buhârî  gibi Müslim de Sahihinde: diğer dört büyük sünen sahipleri de tahriç etmişlerdir.

Bu hadis-i Şerif’ten çıkarılması gereken içtimâî ve fıkhî hükümler : Bu hadis-i Şerif dini öğreten mürşidlere dinî emirleri öğretirken takip edilecek doğru ve fazilet yollarını gösterir. Din alimlerinin güler yüzlü olmalarını, dinî hususları öğrenmek isteyenlere mülayemet ve rıfk (yumuşaklık ve şefkat) ile dine ısındırılmalarını öğretiyor. Nasıl ki, Resûlullah tarafından bedevî ve meçhûl bir soru sorana hiç sertlik (huşûnet) gösterilmeden şerî cezalar sırasıyla sayılmış ve alınan menfî cevapların beyyineleri (delilleri) aranılmamıştır. Ayrıca, bununla divânî işlerde (pek çok kimselerin hazır bulunduğu, huzurda yapılan işlerde cömertlik ve genişlik yolu iltizam edilmesi öğretilmiştir Sual soranın ödemesi  gereken kefârete karşılık sual sorana bizzat Resûlullah tarafından sadaka verilmesi sonra da güler yüzle (bu hurmayı götür, ailene yedir!) buyurması en yüksek bir fazilet ve yardımlaşma örneğidir.

Farazâ, günümüzde böylesine bir zavallı, müftîlerimizden birisine veya her yemeğe maydanoz olmaya çalışan, vakıf olsun, olmasın, her mevzuda ceffelkalem fetva veren birisine gelse de hâlini arz etse vay haline! “Bire utanmaz! Hem bu hale düşmüşsün, bir de kurtuluş için fetva soruyorsun, lâmı cimi yok, ara vermeden iki ay kefâret bir gün de kaza olmak üzere, altmış bir gün oruç tutacaksın, bir daha da böyle bir halt işlemeyeceksin,” diye huzurundan kovardı.

Bu hadis-i Şerif’ten çıkarılması gereken bir başka hüküm ise, oruç kefâreti, yemin kefâreti bulunan birisi oruç tutma gücünü tamamen kaybetmiş, fakir ve miskinlere verilecek, fıtır sadakası ve fidye için de mâlî imkânlara sahip değilse, bu takdiride, tevb-i İstiğfar’dan başka elinden gelen bir şey yoktur.

Bu durumda olan insanlara, borç alarak fitre-fidyelerinizi ödeyin demek ne kadar doğru olur? “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma!” (Bakara 2/186)

Sadaka-i Fıtır ve Fidye vermek için, mâlî gücü yetmeyen birisine, “borç al, sadakanı ve fidyeni öde,” demek, ona gücünün yetmediği bir şeyi teklif etmektir. Fıtır Sadakasını ve fidyesini, Allah, vâsî rahmetiyle ve sonsuz mağfiretiyle dilerse affedebilir. Fakat bu sadaka ve fidyeyi belki de kendisinden daha iyi durumda olan birisine vermek için borç alırsa, bu borcunu, ödeyememe durumuyla karşı karşıya kaldığında, kul hakkına da girdiği için, bunun hisabı da vardır, azabı da vardır...