“İstisnâlar kaideyi bozmaz,” denilir; ama bu istisnâî Koronavirüs-Kovid 19, bütün kâideleri alt-üst etmiş, bütün dengeler değişmiştir.

Bu beliyye sebebiyle, tedbirler mâbeyninde, 65 yaş üstü ve kronik (sürekli) hastalığı olanlar için evlerinden çıkmamaları istendi. Mecburen uyduk. İnsan nesli, “El-insanü harîsun lima münia,” yasaklara karşı haristir, meraklıdır. Yasak getirilmeden günlerce, haftalarca, hattâ, aylarca evlerinden çıkmayanlar bile sokak özlemi çekmeye başladılar. 10 Mayıs 2020 Pazar günü, 65 yaş üstüyle kronik rahatsızlığı bulunanlara 4 saatliğine sokaklara, herhangi bir vasıta kullanmadan sadece yürüme mesafesinde izin verildi. Çıktık; herhangi bir erişeceğimiz menzil, “Menzil-i Maksud” olmadığı için kime gideceğimizi, nereye gideceğimizi bilmeden serseri bir mayın gibi, evimizin yakınındaki cadde ve sokakları turladık. Bülbülü kafese koymuşlar şakımayı-ötmeyi, uçmayı bahçelerde seyran ettiği gibi yürümeyi unutmuş. Biz de neredeyse, konuşmayı, yürümeyi unuttuk. 1963 yılı Ramazan ayından itibaren bu sene ramazan ayına kadar bütün ramazanlarda, Allah’ın lütfu, izni ve inayetiyle vaazu nasihat etmiştik. Beliyye sebebiyle ne cumalar kaldı ve ne de ramazan... Rabbim, âkibetimizi hayreyleye! Bu kısıtlamalar bize, beşerî hürriyetlerin ne kadar kıymetli olduğunu, zâtî hürriyetlerin, alıp-verdiğimiz nefes kadar zarûrî bir ihtiyaç olduğunu gösterdi. 

Bu beliyye sebebiyle Milletimiz arasında gizli kalmış şimdiye kadar tanıyamadığımız nice cevherler, kısıtlamalar vesiylesiyle, evlerinde kalıp da başka işlerle meşgul olmadıklarında, zamirlerinde muzmar nice kabiliyetlerini ortaya çıkardılar. Nice şairler, edibler, muharrirler, mabbirler (yorumcular) müfessirler, müçtehidler varmış da haberimiz yokmuş... Adam çıkıyor, sosyal medyada tedavüle sokulan, bir şiiri, bir yazıyı, bir yorumu beğeniyor, tek bir tuş, altına imzasını atıyor, al sana şair, al sana edib, al sana yorumcu...

Müçtehid(!)’ler zuhur etmiş, İslâm Fıkıh tarihinde görülmemiş, İçtihâdî-Fıkhî meseleler ortaya koyuyorlar; VIP cuma namazından, temsilî cuma namazına kadar neler neler?!...

Birisi çıkmış, “Ben vakit namazlarında Kabe imamına uyarak namazlarımı kılıyorum,” diyor, bir diğeri, “Biz, dijital ortamda, İstanbul’da beş ayrı ilçeden bir imama uyarak teravih namazı kılıyoruz,” diyor. Dijital vasatta, Kur’ân hatimleri, Hatm-i Hâcegân-ı Nakşiyye ve Hatm-i Hâcegân-ı Kâdiriyye’ler yapılıyor. Birileri çıkıyor, “cuma namazları Ankara’da, Ahmed Hamdi Akseki veya Kocatepe Camii’nde kılınmalı, bu namaz ve hutbe Diyanet TV’den canlı olarak naklen verilmeli, Türkiye’deki bütün Müslümanlar bu namaza katılmalıdır,” diye fetva veriyor.

VIP cuma namazı, yani, muayyen makamlarda bulunan, yalnızca üst bürokratların iştirak edebildiği cuma namazı, cumanın Hikmet-i Şeriyyesine aykırı, bidattır, merdütdür. Aynı şekilde az sayıda Müslüman’ın katıldığı ve her ne sebeple olursa olsun, isteyen her Müslümanın katılamadığı, temsîlî cuma namazı da bidatdir, merdutdur. İslâm Fıkhında yeri yoktur, ne asr-ı Saâdet’de, ne Hulefâ-i Râşidîn döneminde ve ne de Tâbi’în teba’i Tâbi’în dönemlerinde bir misli görülmüştür. Arap’lar, telefona, “hâtif”derler, (gaibden gelen ses) televizyon kanalları ve dijital vasatlar asla ibadet kasdıyla kullanılamaz. Ancak, tecvid ve Mahâric-i huruf kaidelerine vukufiyyet için dinlenebilir, takip edilebilinir. Televizyon kanallarından takip edilen cüz okumaları yüz yüze okunan mukabele yerine geçmez, aynı sevaba nail olunmaz.

Vakit namazlarında, cuma namazlarında ve teravih namazlarında, imamla cemaat aynı mekanda bulunmak mecburiyetindedirler. Selâtîn camilerde cemaatin bir bölümünün, caminin revaklı avlularında, hatta caminin ihata duvarları içerisinde, intikal tekbirlerini münadîlerin tekrarlamaları şartıyla imam uymalarında bir beis yoktur. İhata duvarlarının haricinde, hele bir de durdukları yerle ihata duvarı arasında yaya ve araç trafiğine açık bir geçiş varsa, buradakilerin imama uymaları asla caiz değildir. Ayrı ayrı mekânlarda oturup, dijital sistem yardımıyla yapılan hatimler de hatim sayılmaz. Tek başına oturup, istiğfar, Salvâtü Şerife ve başında sonunda yedişer Fatiha okuyarak, bin ihlas okuması daha evladır. Evet... biraz zordur, meşakkatlidir, ama, “Amellerin en hayırlısı, en zahmetli olanıdır.”

Bir kimse parmağına bir zikirmatik taksa, parmağıyla habire numaratöre bassa, kalbi başka şeylerle meşgul, dili başka şeyler konuşuyorsa, bu adam zikir mi yapmış oluyor, yoksa sadece sayı mı saymış oluyor. İbadetler, zikir, tesbih tekbir ve tehlil gönül işidir, kalp işidir, kısmen beden işidir, dil işidir.

Koronavirüs beliyyesi sebebiyle yurdumuzdaki bütün camiler, hazindir ki, beş vakit namazlara ve cuma namazlarına kapatılmıştır. Öyle görünüyor ki, Ramazan Bayramında da kapalı tutulacaktır. Camiler namazlara kapalı ama, çoğu yerde merkezî sistem vasıtasıyla beş vakit ezanlar okunuyor, cuma günleri ve yatsı namazları vaktinde ezandan önce sala da okunuyor. Ezanların okunması ezandan önce sala okunması normal sünnete uygundur.

Bilhassa, yatsı namazlarında, sala ve ezandan sonra, dik ve yüksek sesle, üstelik hoparlör vasıtasıyla ses olanca şiddetiyle yükseltilerek, istiğfar, zikir, tekbir, tehlil ve Salât-i Ümmiye okunması bidattir.

“Rabbi’nize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.”

“Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.” (A’raf 7/55, 56)

“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini zikret, an. Gâfillerden olma.” (A’raf 7/205)

Ebû Mûse’l-Eş’arî radiya’llahu anh’den rivayete göre şöyle demiştir: Resûlullah salla’llahu aleyhi öve sellem Hayber’e gazâya giderken mücahidler bir vadiye eriştiklerinde yüksek sesle: “Allah uludur, Allah uludur, Allah’tan başka ilah yoktur,” diye tekbir getirmişlerdi. Bunun üzerine Resûlullah onlara: Nefsinize acıyınız! (Yavaş tekbir getiriniz! Çünkü) siz ne sağırı çağırıyorsunuz ne de gâibe sesleniyorsunuz. Muhakkak ki siz iyi işiten ve size çok yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz. O her zaman sizinle beraberdir! buyurdu. (Râvî Ebû mûse’l-Eş’arî der ki: bu sırada ben Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem’in binitinin arkasındaydım. Ben de: -Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâh=Kulun ihatası ve kuvveti yoktur. Ancak bu Allah’ın inâyetiyle hâsıldır,” demeye başladım. Resûlullah benim sesimi işitti ve: -Ey Abdullah İbn-i Kays! (Ebû mûse’l-Eş’arî) diye seslendi. Ben de: -Buyurunuz  yâ Resûle’llah, emrinizi almaya hazırım! dedim. Resûlullah: -Ey Abdullah, sana cennet hazinelerinden büyük bir hazine değerinde bir kelimeye (bir cümleye) delâlet edip bildireyim mi? buyurdu. Ben de: - Bildir, yâ Resûle’llah; babam, anam sana feda olsun! dedim. Resûlullah: -O kelime, Lâ  havle ve lâ kuvvete illâ bi’llah’dır! buyurdu.

Tekbir, tehlil ve tesbih, Allah’ı ululama, tazim, mutlak tevhid, Allah’tan başka ilâh olmadığını tekrarlama (tehlil) ve Allah’ı bütün noksan sıfatlardan tenzih, tesbih’in muhatabı Rabimizdir. Hâşâ! Allah ne sağırdır ve ne de bizden uzaktır.” And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)