ANTALYA DA’VA’SI (8)

ANTALYA DA’VA’SI DOSYA’SINDA TAMAMLAYICI MA’LÛMÂT!...

93 Maznun’lu bu da’va’da, maznun’ların hepsi de mekûfen muhakeme edilmişlerdi. Ancak, tevkîf ve tahliye müddetleri farklıdır. Sıkıyönetim ve Sıkıyönetime bağlanan, Antalya Emniyet Müdürlüğü, Asayiş ve Siyâsî Şubeleri tarafından, devrin Antalya İdarecisi, Muhterem Hoca’mız, Mehmed Şişman’ın yardımcılarından, Hasan Kara’nın Kâim-i Peder’leri, Mustafa Hıra’nın evinde yapılan aramada, ele geçirilen bazı not defterleri, yurt ve kurslarda kalmakta olan talebenin esame listeleri, gerekçe gösterilerek tahkîkat genişletilmesi ve bilgilerine başvurulmak üzere, Mehmed Şişman, Süleyman Hıra ve damadı, Hasan Kara, Antalya, Şarampol Karakoluna davet edilirler ve nezaret altına alınırlar. Bu arada, Antalya İli ve bütün ilçelerinde bir cadı avı başlatılır, listelerde ismi olan-olmayan, neredeyse birbirlerine selâm veren herkes toparlanır, Antalya ile sadece gönül bağı bulunan, Merhum Beyağabey, Kemal Kacar, İçel (Mersin) Milletvekili, Ali Ak ve Antalya Senatörü, Şerafeddin Paker haklarında da gıyâbî, tevkîf kararı verilir..

Mehmed Şişman Hoca’mız, Süleyman Hıra ve Hasan Kara, Antalya Emniyet Müdürlüğü, birimlerinde 45 gün nezaret altında tutulup sorgulandıktan sonra, nihayet, 21 Şubat 1981 günü hakim huzuruna çıkarılırlar, tevkîf edilerek, Antalya Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu Hapishanesine tıkılırlar. Peyder pey diğer maznunlarda muhtelif tarihlerde, tevkîf edilerek aynı hapishaneye tıkılırlar.

Daha önce ifade etmiştim, Merhum Beyağabey, Kemal Kacar Bey, Şubat 1981 ayının ortalarından, 6 Ekim 1981 tarihine kadar, yaklaşık, sekiz buçuk ay, Ankara ve İstanbul’da, gaybûbette kalmıştı. İçmizden çıkan hainler tarafından ihbar edilince, 06 Ekim 1981 günü zahir hale geldi ve 07 Ekim 1981 günü, Antalya’ya sevk’edildi, aynı gün, mahkemeye çıkarılarak, gıyâbî tevkîf kararı vicâhîye çevrilerek, Antalya Kapalı Ceza ve Tevkîf Kurumu Hapishane’sine konuldu. İstanbul, Merkez Komutanlığı, Haydarpaşa, İnzibat Merkezinden, Antalya Hapishanesi kapısına kadar kendisine refakat eden teslim-tesellüm evrakı kendisinde olan, Eskişehir’li, Merhum Kemal Beyağabey’in hemşehirlisi, Polis memuru, derin bir üzüntü ile, “Efendim, beni affediniz, böyle bir durumda asla size refakat etmek istemezdim, emir kuluyum, kusurumu bağışlayınız,” diye üzüntüsünü beyan etmişti.

Merhum, Beyağabey’in, İstanbul’dan Antalya’ya getirileceği haberi, başta Mehmed Şişman Hoca’mız olmak üzere, hapishanedekilere tez ulaştı. Önce derin bir hüzne kapıldılar, fakat, anlatılamayan, anlaşılmaz, garib-tuhaf bir sevinç de hissetmiyor, değillerdi. Nitekim, Beyağabey, hapishaneyi teşrif ettiklerinde, etrafında toplanan İhvanımıza, “Ben aranıza katılmasaydım, sizleri burada uzun müddetler tutacaklardı. İnşâ Allâh! Hep beraber kısa bir zaman zarfında, buradan kurtulacağız,” buyurarak, sevinç ve ümidlerini boşa çıkarmamıştı. Mehmed Şişman Hoca’mız ve diğer kardeşlerimiz, Beyağabey’e nazaran, artık mahbuslukta kıdemliydiler. İnfaz Koruma Memurları, (gardıyanlar) diğer mahbuslar tarafından seviliyor, kendilerine sonsuz saygı duyuluyordu. Öyle ya, bunlardan hiç birisi, cinayetten, hırsızlıktan, ırza tasaddî’den veya herhangi bir yüz kızartıcı suçtan dolayı burada değillerdi. Allah’ın kitabını okuttukları, Müslüman çocuklarına Allah’ın dinini öğrettikleri için buradaydılar.

Mehmed Şişman Hoca’mız, Beyağabey’i iyi tanıdığı ve hassasiyetlerini iyi bildiği için, Ceza İnfaz  memurlarına, “Sizlerden çok rica ediyorum, hapishane girişinde Beyağabey’in üzerini aramayınız, kendisi çok hassas birisi, eski Milletvekillerinden, devlet ve halkımız nezdinde saygıdeğer birisi.” “Hay hay! Hocam!” dediler, sonra ne olduysa, Cezaevi Savcısından mı, yoksa Cezaevi Müdüründen mi bilinmez, aldıkları bir emirle, herhangi birisi gibi, maalesef, Beyağabeyin üzerini, tepeden-tırnağa aradılar ve üzerinde delici, yaralayıcı bir âlet olup-olmadığını kontrol ettiler. Belki genel uygulama buydu, gardiyanlar kendilerine göre, istinasız bu kuralı uygulamakta haklı olabilirler, ama, biraz da insanına göre muamele etme ferâsetini gösterebilirdiler. Başta Mehmed Şişman Hoca’mız olmak üzere bütün arkadaşlarımızın ilk hayal kırıklığı böylece gerçekleşmiş oluyordu. 

HAPİS GÜNLERİ NASIL GEÇİYORDU? :

Merhum Beyağabey, zor bir adamdı; yarı aristokrat, bir zamanlar İran’da hüküm sürmüş, İslâm Hükümdarlığı, Kacarlar Hanedanına mensub idi. Bu münasebetle, Merhum Pederleri, Halil Bey, soyadı kanunu çıktığında, “Kacar” soyadını aile şeceresi olarak almıştı. Babası, Halil Kacar, fabrikaları, geniş arazileri ve pek çok sayıda gayr-i Menkulü olan zengin birisiydi. Kendisi de Türkiye’nin nakit zengini iş adamlarından birisiydi. Hep şık ve pahalı giyinmiş, helal nimetlerden azamî derecede istifade etmiş birisiydi.

İşte tam da burada, emsalsiz bir fedâkârlık, üstün bir meziyyet, hizmet aşkı, himmet talebi, devreye girmiş, -ki, Merhum, Kemal Beyağabey, “Himmete talip olan, hizmete rağib olur,” buyururdular.- Beyağabey ve Mehmed Şişman Hoca’mız ve diğer bazı arkadaşlarımız tahliye edilinceye kadar, hafta 7 gün, Mehmed Şişman Hoca’mızın, Muhtereme, Refika-i hayatları, Zevce’leri, Hanımefendi tarafından hazırlanan, sabah kahvaltısı dahil, üç öğün, tatlısı, meyvesiyle en az üç tabak, enfes yemekler, hapishaneye servis edilmiştir. Bilindiği üzere, Mehmed Şişman Hoca’mız, Merhum, Müftü, Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazret’lerinin ilk talebe’sinden, Kalaycı Hoca, unvanıyla ma’rûf ve müteşehher, Mehmed Oral Hazret’lerihnin damadıdır. Oğuz ilinin Avşar boyundan, Koca, Avşar Aksakalı, Kalaycızâde, Mehmed Oral ki, evinden misafirlerin bir gün bile eksik olmadığı, bir Aile’nin kızı, ancak böyle bir fedâkârlıkta bulunabilirdi. Merhum, Beyağabey’in, üzerlerimizde büyük hakkı olan ve kendisini çok seven bizler, minnetle ve hasretle kendisini yad ederken, bu emsalsiz hizmeti ve fedâkârlığı için, bu Ablamıza sonsuz şükranlarımızı arz’ederiz.

İslâm Tarihinde, bütün insanlara nümûne-i İmtisal kadınlar vardır. Cennet Kadınlarının Seyyidesi, Validemiz, Hadicetü’l-Kübrâ, radiya’llahu anhâ, Allah’ın Resûlü’ne kadınlar arasında ilk iman eden, bütün servetini Allah yolunda bezl’eden, Resulullah’ın dördü kız, dördü erkek sekiz evladının annesi, asırlara, çağlara nümûne-i İmtisal bir anne ve bir kadın...

Hicret-i Nebeviyye sırasında cereyan eden şimdiye kadar pek bilinmeyen dikkatlerden uzak kalmış ba’zı hususları, hem işlediğimiz mevzu’umuzla alakası bakımından hem de Muhterem kâri’îni’n (okuyucuların) istifadelerine arz etmek bakımından buraya alıyorum.

Haz. Aişe Validemiz, radiya’llahu anhâ: “İbnü’d-Değıne Babam Haz. Ebû Bekir’e geldide: - Ey Ebû Bekir! Benim nasıl bir husus üzerine sana söz vermiş olduğumu iyi bilirsin! Şimdi sen ya o husûsa riâyet edersin, yâhud da ahd-ü emânımı bana iâde eylersin! Emînim ki, ben, bir kimseye verdiğim ahd-ü emânımı nakzetmiş olduğumu Arap milletinin işitmesini arzu etmem! dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir: - Ey İbnü’d-Değıne, ben artık senin himâyeni sana iade ediyorum! Ben Aziz ve Celil olan Allah’ın himâyesine râzıyım (O’na sığınırım) dedi. Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem ise o esnâda, Mekke’de bulunuyordu. Ve Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem Müslümanlara: - Ey Müslümanlar! Sizin hicret edeceğiniz şehir, iki kara taşlık arasında (Uhud ve Âil dağları) hurmalıkları muhtevî bulunduğu bana gösterildi! diye Ashâbını Medine’ye hicrete teşvik buyurmuş ve bu sûretle Medine tarafına hicret edenler (fevc fevc) hicret etmişlerdi. Habeşistan’a hicret edenlerin mühim bir kısmı da, Mekke yolu ile Medine’ye dönüp gelmişlerdi. Ebû Bekir de Medine tarafına hicrete hazırlanmıştı. Fakat Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem ona: - Sabret! Bana da (Hicret için Allah tarafından) izin verilmesini umarım, buyurdu. Ebû Bekir de: -Yâ Resûle’llah, Babam, anam sana kurban olsun! Böyle bir müsaade kelimesini umar mısın? diye sordu, Resûlullah da, - Evet Umarım! diye tasdîk buyurdu. Bu cihetle, Ebû Bekir de Resûlullah’a hicrette refâkat etmek üzere, hemen hareket etmekten vaz’geçti. Aynı zamanda Ebû Bekir evinde bulunan iki hecin devesini dört ay ağaç yaprağıyla ev için besledi. (harice salıvermedi. Haz.Aişe devamla, bir gün biz zeval vaktinin ilk saatinde (ve en sıcak zamanında) Ebû Bekir’in evinde (yani evimizde) oturuyorduk. Ev halkından biri Ebû Bekir’e: - İşte Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem bize gelmesi mu’tâd olmayan bir saatte başını bir sargı ile sarmış olarak geliyor! dedi. Ebû Bekir de: Babam, anam ona kurban! Vallâhi mühim bir hadise olmadıkça bu saatte gelmek âdeti değildi!

Haz.Aişe devamla, Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem geldi. İzin istedi de, buyurun denildi bunun üzerine evimize girdi. Müteâkıben Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem Ebû Bekir’e: Yanında kim varsa dışarı çıkar! buyurdu. Ebû Bekir de (Benimle annem Ümm-i Rumân’ı ve kardeşim Esma’yı kasd’ederek: - Babam anam kurban Yâ Resûle’llah! Onlar senin ehlin ve mahremindir, (ecnebi yoktur. Resûlullah; - Ey Ebû Bekir! Mekke’den çıkmaklığım, (Medine’ye hicretim) için bana izin verildi dedi. Ebû Bekir de: -Yâ Resûle’llah, babam sana kurban olsun! Ben de sohbetinizde ve maiyetinizde bulunmak isterim, dedi. Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem: -Evet! (Sen de arzu ettiğin veçhile maiyetimdesin!) buyurdu...