BİZ, KİMİZ, “FE EYNE TEZHEBûN,” (SİZLER NEREYE GİDİYORSUNUZ?...)

Bizler, rahmet Peygamber’i, Hazreti Muhammed-Mustafa salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimizin Ümmetiyiz.

O Aziz Raûf ve Rahim Peygamber ki: Zevce-i Muhtereme’si, Hadîcetü’L-Kübra radiya’llahu anha Validemiz ve dedesi Abdülmuttalip’in vasiyeti üzerine kendisini himayesine alan, amcası, Ebû Talib’i kaybedince, Mekke’de, azgın müşrikler arasında tamamen himayesiz kaldığında, “Senetü’L-Hüzn,” (Hüzün senesinde) belki kendisine müzahir olurlar diye, Zeyd bin Sâbit ile birlikte, akraba’sının da bulunduğu Taif’e gitmişti. Taif’li müşrikler, Aziz misafirlerini hüsn-ü kabul ile karşılamadıkları gibi, küçük çocukları kışkırtmışlar, Allah’ın Resûlünü ve yol arkadaşını taşa tutturmuşlardı. Taş yağmuru karşısında, Zeyd bin Sâbit muhtelif yerlerinden yaralanmış kanlar içinde kalmıştı. Çocukların attığı taşlardan ba’zıları Allah’ın Resûlü’nün Mübarek vücuduna isabet etmiş, kan akmak üzereydi. Cebrail aleyhisselam geldi. Ya Resûl’llah! “Vücud-u Müreğinden yeryüzüne bir damla dahî kan akmış olsa, yeryüzü ırmakları ateşten birer nehir olur ve yeryüzündeki bütün insanlar ateş denizinde helak olurlar. Ben, vücudundan akmak üzere olan kanın yeryüzüne akmasına mani olacağım. Zira, Allah, seni, alemlere rahmet olarak gönderdi.”

Rahmet Peygamberi, bir gün Ka’be’nin çok yakınında namaz kılıyordu. Öğle vaktiydi, çok sıcaktı. Allah’ın Resulü secdeye vardığında, uzun kalırdı. Bu esnada, Ebûcehl’in kışkırttığı ba’zı müşrikler, yeni kesilmiş bir deve’nin işkembesini sıcağı sıcağına, Peygamber’imizin sırtına koydular. Peygamber’imiz, zor da olsa, işkembeyi sırtından attı fakat üzerine pislikler bulaşmıştı. Müşrikler, güldüler, istihza ettiler. Peygamberimiz, onlara sadece baktı ve kendilerini Allah’a havale etti.

Rahmet Peygamberi Uhud’da: Uhud Muharebesi sırasında, Okçular Tepesine yerleştirilen gazilerin, mevzilerini vakitsiz terk’etmeleri üzerine, İslam Ordusunda geçici bir panik ve hezimet yaşandığında, İbn-i Hişâm’ın Ebû Said-i Hudrî’den rivayetine göre, Resûlullah’ın mübarek rebâiye dişini-Ağzın sağında ve solunda, altlı ve üstlü dört diş vardır ki, bunlar ön dişlerle azı dişlerinin arasındadır. Bu dört dişe Arap dilinde rebâiye denir. Resûl-i Ekrem’in Uhud günü bu dört rebâiyesinden sağ ve alt taraftaki dişleri kırılmıştı. -Utbe İbn-i Ebî Vakkas attığı bir taşla kırmış ve alt dudağını yaralamıştır. Abdullah İbn-i Şihâb da alnını yarmıştır. Abdullah İbn-i Kamie’nin bir kılıç darbesiyle de yanağının göz altındaki yumrucuğu olan elmacığı yaralanmış ve bu şiddetli darbe ile parçalanan miğferinin iki halkası elmacığına batmıştır.

Abdullah İbn-i Ömer radiya’llahu anhümâ’dan rivayete göre İbn-i Ömer Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem (yaralanıp dişi kırılınca) sabah namazının son reka’tında rukû’dan başını kaldırıp: Allah kendisini öven kişinin övgüsünü işitti. Rabbimiz! övülme yalnız sen’in hakkındır dedikten sonra onun: Allah’ım filâna, filâna, filâna ilen! (la’net et!)  dediğini işitmiştir Allahu Teâlâ: “Habibim! Müşriklere âid hüküm ve cezâdan seni ilgilendiren bir cihet yoktur. (O kâfirleri perîşân edip husrân içinde Mekke’ye döndürmek yâhud onlara tevbe ettirimek, yâhud da onları şiddetle cezalandırmak (yalnız Allah’ın hakkıdır). Muhakkak ki onlar zâlimlerdir (çeşitli bir azap hak etmişlerdir.” (Al-i İmran 3/128)   

Sevgili Peygamber’imiz salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz: “Yeryüzüne gönderilen Peygamber’lerden hiç bir Peygamber bana yapılan eziyetler kadar eziyet edilmemiştir,” buyurdu.

İbn-i Mesu’d radiya’llahu anh’den gelen rivayete göre demiştir ki: “Şimdi ben Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem’in yüzüne bakıp görür gibiyim. O, Enbiya’dan bir Peygamber’i hikaye ediyordu ki: kavmi onu dövmüş de kan içinde bırakmış. Fakat o, yüzünden hem kanı siliyor, hem de: Yâ Rab! Kavmimi mağfiret eyle (onlar cahildirler; beni) bilmezler, diyordu.”

Mekke’de, Taif’te, Uhud’da görülmemiş eziyetlere ma’ruz kaldığı halde Peygamber’imiz, kendisine bunu yapanlara asla la’net etmemiş, aksine, “Allah’ım! Kavmimi bağışla! Bilmedikleri için bana bunları reva görüyorlar,” buyuruyordu.

Übey İbn-i Halef’in de içinde bulunduğu ba’zı şerirler, Allah’ın Resûlünü öldürmek üzere ahd ve ittifak etmişlerdi. İslâm askerlerinin bozulduğu an buhranlı bir sırada, bu şerirler, Resûlullah’ın yanına kadar sokulmaya muvaffak olmuşlar ve bu ahlaksızlığı irtikap etmişlerdi. Bunlardan Utbe İbn-i Ebî Vakkâs ki, Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’ın kardeşi ve Mekke müşriklerinin azgını idi. Bu şerir’in irtikap ettiği bu cinayet üzerine, Resûl-i Ekrem: “yılına erişmesin!  diye du’â buyurmuş ve hakikaten senesi içinde ölmüştür. İbn-i Kamie de vahşi bir hayvan tarafından parçalanmıştır. Bunların tecâvüzü üzerine, Übey İbn-i Halef de: “Vallahi Muhammedi öldüreceğim! diye hücum etmesi üzerine, Resûl-i Ekrem İbn-i Samme’nin elinden okunu alarak: “Belki ben seni öldürürüm!” diye oku tevcih buyurunca Übey kaçmaya başlamıştı. Resûl-i Ekrem: Yalancı nereye kaçıyorsun? diyerek oku yerleştirmiş ve zırhının yakasından vurmuştu. Übey İbn-i Halef aldığı bu ağır yara üzerine bir boğa gibi bağırarak hemen devrilmiş ve cinayet ortakları tarafından yüklenip götürülmüştür. Bir-kaç gün sonra da ölmüştür.

Cenab-ı Peygamber’in, hadis’te, filân, filân, filân, diye, kinaye suretiyle zikredip, haklarında la’nette bulunduğu üç kişinin, Safvân İbn-i Ümeyye, Süheyl İbn-i Amr, Haris İbn-i Hişâm (Ebû Cehl’in kardeşi) olduğu Buhârî’nin bu bâbındaki bir rivâyet tarîkında tasrih edilmiştir. Bunların üçü de Mekke’nin fethi günü İslâm ile müşerref olmuşlar, bundan sonra da İslâmî hayatları pek faziletli olarak devam etmiştir. Gerek bunlar, gerek Kureyş Şirk ordusunda başta Başkumandan, Ebû Süfyan bin Harb ve karısı, Hind (Uhud’da, büyük bir servet karşılığı kölesi Vahşî’ye Hazreti Hamza’yı, radiya’llahu anh’i, fecî bir şekilde şehid ettiren kadın) olmak üzere, harb edenlerden pek çoğu, ileride İslâm camiası arasındaki şerefli yerlerini alacaklarını Allah bildiği için, yukarıda meâl-i Âlisi’ni verdiğimiz, “Habibim! Müşriklere Âid hükm-ü Ceza seni ilgilendirmez. O, münhasıran bana âid’dir!” diye tel’în etmekten tahzir buyurmuştur.

BİZ, KİMİZ, “Fe Eyne Tezhebûn,” (Sizler nereye gidiyorsunuz?...)

Bizler, Varis-i Nebî, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medar Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’lerinin talebesi ve müntesipleriyiz. Müceddid’in devrindeki ve tecdidi’nin bitemamiha ve bikemaliha devam ettiği müddetçe, bütün insanlar, bi’lfiîl veya bilkuvve, onun Tecdidi’nin muhatabıdırlar. Tecdid vazifesine fi’îen başladığı 1936 yılından i’tibaren, eşi bulunmayan, ta’kip tevkıf, zulüm ve işkencelere ma’ruz bırakılmış olmasına rağmen, hiç bir zaman hiç bir kimseye, la’net etmemiştir, bed’du’â’da bulunmamıştır...