KİMLERİN CENAZE NAMAZI KILINMAZ? (2)

Antirecep - 24.08.2019, Saat 10:10

Cevapların devamıdır: “Ehl-i Kitap iman edip Allah’tan korksaydılar, şüphesiz onların seyyiatını, (kabahatlarını) örter, kendilerini naîm cennetlerine koyardık.” “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve onlara Rab’lerinden indirileni tatbik etselerdi, (uygulasalardı), hem üstlerinden hem de ayaklarının altından, (kendilerine ni’metler ihsan ederdik, onlar da bunlardan bol bol) yerlerdi. İçlerinden mu’tedil bir topluluk vardır. Ancak onların çoğu, ne kötü işler yapıyorlar! “ (Maide 5/65-66)

“Ey şanlı Peygamber! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et! Eğer böyle yapmazsan, O’nun (sana verdiği) Peygamber’lik vazifesini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Emîn ol, Allah kafirleri murad’larına erdirmeyecektir.” (Maide 5/67)

(Bunlar iman edip Tevrat ve İncil’i ve Rab’lerinden kendilerine indirilen diğer (Semâvî ve İlâhî) kitapları ve âyet’leri ikame etseler, yani her türlü tahrif’ten azade olarak gözlerinin önüne dikip hiç birinden ba’zılarını unutmaksızın bunların mutazammın olduğu uhud-u İlâhiyeyi yerine getirseler ve bu suretle takva sahibi olsalardı, ki o zaman risaleti Muhammediyye’ye (Hazreti Muhammed’in Peygamberliği’ne) iman etmiş bulunacaklardı. Bu takdirde, hem üstlerinden ve hem ayaklarının altından yiyecekler, her taraftan ni’meti İlâhiyye’ye müstağrak olacaklardı da   büyük malî sıkıntılar içerisinde kalıp, bahillik ve cimrilik derdiyle, “Allah’ın eli bağlıdır,” demeyecekler, la’net ve gazaba müstahak olmayacaklar, hem dünya hem ahiret saadetine ereceklerdi.)

Lâkin bunlar böylece iman ve takva ile bunların hiç birisini yerine getirmediler. İçlerinde muktasid, yani mutedil bir ümmet, bir taife (topluluk) var, fakat çok az, halbuki çoğu -görüldüğü üzere, ne fena şeyler, ne çirkin ameller yapıyorlar!... Bir topluluğun hey’eti umûmiyye’sine ekalliyyetin (azınlığın) celbedebileceği (çekebileceği) saadeti, ekseriyyetin (çoğunluğun) celbettiği (çektiği) felakEt yok eder.

IKTİSAD: Amel’de, her türlü işlerde, i’tidal, yani mutedil olmak demektir. Kasd mastarından alınmıştır. Zira, matlubunu, (çok istediği bir şeyi) iyi bilen, tanıyan bir kimse onu hiç eğilip bükülmeden istikamet üzere kasd’eder, ister. Maksudu’nun (çok istediği bir şeyin) nerede olduğunu ve nasıl ulaşacağını bilmeyen bir kimse ise, tahayyür içinde (hayrette) kalır. İfrat veya tefrit ile kâh sağa, kâh sola bocalar çabalar durur.

İşte bu sebeble ıktisad, maksada götüren amel demek olmuştur. Malî işlerdeki ıktisadın esası da budur.

Ayeti Kerime’deki, “ümmet-i Mukteside,” hakkında müfessirler, iki kavli naklediyorlar. Birincisine göre, murad olunan, Yahudi’lerden, Abdullah İbn-i Selâm, Nesârâ’dan (Hıristiyanlar’dan) Necâşî gibi, Ehl-i Kitap meyanından (olanlar’dan) ahirzaman Peygamber’i Resulullah’a iman edenlerdir. 

“Ey o Ehl-i Kitab’ın kitaplarında tebşir edilmiş olan ve onların iman etmeleri lazım gelen Resûlüm Muhammed! Sen onlar arasında muktesıdların azlığı’na ve fasıkların çokluğuna bakma ve o ekseriyyeti fasıka’nın ve müfside’nin sana bir zarar yapa bileceklerinden korkma da Rabbin’den sana inzal olunan- acıtatlı- hepsini tebliğ et” Hazreti Peygamber’in bu tebliğine muhatap olan Ehl-i Kitap arasında, tislis akidesine sahip, müşrik Hıristiyanlar, Uzeyr, Allah’ın oğludur, diyen ve Endadın koyduğu hükümleri, Allah’ın hükümlerinden üstün tutan ve amel eden Yahudiler olduğu gibi, Ehl-i Kitap içinde kendi inançlarında adil ve istikamet üzerinde olan ve Resulullah’a iman etmiş olmamakla birlikte, ona karşı şiddet ve kabalıktan uzak mu’tedil ve olabildiğince tarafsız kimseler de vardı. Bir de Tevrat ve İncil gibi, kadim, Semavi kitaplar ve tevhid dini kültürüne sahip, Tevrat’ta ve İncil’de müjdelendiği üzere, ahirzaman Peygamber’inin zuhurunu bekleyenler vardı. Yahudilerden, Abdullah İbn-i Selâm, Hıristiyanlar’dan, Şam-Busra’lı, rahip, Bahîra ve Habeşistan Ashame’si, Necâşî gibileri...

“O vakitte düşünün ki: Meryem oğlu İsa şöyle demişti: Ey Beni İsrail: Haberiniz olsun ki, ben size Allah’ın Resûlüyüm. Önümdekini (benden evvel gönderileni) tasdikçi (tasdik eden) ve benden sonra gelecek bir Azîm Resûl’ün mübeşşiri (müjdeleyicisi) olarak gönderildim ki, o Resûl’ün ismi Ahmed’dir.” (Saf 61/6)

Bu müjde’nin tahakkukunu ve zuhurunu bekleyenlerden birisi, Hicaz Arap Koalisyonu, Bizans İmparatorluğu, Sasanî’ler ve Habişistan İmparatorları, arasında, en adil, şefkat ve merhamet sahibi, Habeşistan İmparatoru-Ashame’si, Necâşî idi. Mekke’de Müşrik’lerin, Peygamber’imize ve ashabına karşı zulümleri artıp artık dayanılmaz bir nokta’ya taşınınca, Resûlullah Efendimiz, ashabından ba’zılarının, adil, şefkat ve merhamet sahibi, Hükümdar’ın ülkesine, Habeşistan’a hicret etmelerine izin verdi. Bunlardan birisi de amcazadesi, Ca’fer İbn-i Ebî Talip idi. Necaşî, mühacir’leri, Hüsn-ü Kabûl ile karşıladı, ağırladı, yardım etti, iş,verdi. Müşrik’lerin, “Bunlar, Mekke’de çeşitli suçlara karışıp kendilerini kurtarmak için buraya sığınmışlardır. Bu durum, devletlerimiz arasında fitne-fesad ve pek çok sıkıntıya sebeb olacaktır. Bunları bize iade edin,” tehdidine rağmen, Necaşî, mühacirleri iade etmedi. Onları, gözledi, sorular sordu, aldığı cevaplardan çok etkilendi. Muhacir’lerin ve bilhassa, Peygamber’imizin amcazadesi, Unvanı, bilahare, “Tayyar” olacak olan, Ca’fer İbni Ebî Talip’in anlattıklarından, Hazreti Muhammed’in, İncil’de müjdelenen, ahirzaman Peygamber’i olduğunu anladı ve gıyabında Müslüman oldu. Yahudi’lerden Abdullah İbn-i Selâm, Sevgili Peygamber’imizin Hicreti Nebeviyye’de, Medine-i Münevve’re’yi ilk teşrif buyurduğu gün, Medine’li’lerin, büyük bir tehaluk, beşaret ve heyecan içerisinde karşıladıkları, gün, herkesin içinde, yüksek sesle, Kelime-i Şehadeti ikrar ile, Huzur-u Resûlullah’da, vicahî ve aşikâre, Müslüman olduğunu ilân etti.

Necaşî’nin irtihalini, (ebediyyete intikalini Vahiy Meleği, Cebrail aleyhisselâm, Resûl-i Ekrem Efendimize haber verdi. “Kardeşin Necaşî, tevhid üzerine vefat etti,” dedi. Bunun üzerine, Resûlullah salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimiz, ashabına: “Kardeşimiz, Necaşî, ahirete-ebediyyete intikal etmiştir, haydin hazırlanın, gıyabında cenaze namazını kılacağız,” buyurdular ve gıyabî cenaze namazı kıldırdılar.

Vahiy Meleği, Hazreti Cebrail’in getirdiği vahiy’den daha kavî, Hazreti Peygamber’imizin, Necaşî için kıldırdığı gıyâbî, cenaze namazını, tevatür derecesinde, yüzlerce, sahabî rivayet etmiştir. Bundan daha muhkem bir delil var mıdır?!... Daha neyin delilini arıyoruz?!...

Tevrat’ta, ahirzaman Peygamber’i Hazreti Muhammed salla’llahu aleyhi ve sellem, Efendimiz, hakkında, haberler ve tebşirat bulunduğu gibi, Meryem oğlu, Mesîh, Hazreti isa hakkında da, haberler ve tebşirat vardı. Hazreti İsa, çarpıcı mu’cize’lerle, diğer bütün Peygamber’lerin aksine, henüz, çocukken, Peygamber olarak gönderilip kendisine, Tevrat’ı tasdik eden, Tevrat’taki hükümlere uyulmasını emr’eden, İncil indirilince, hem Yahudi’ler, hem Hıristiyanlar, Tevrat’taki, Hazreti İsa ile alakalı haberlerin ve tebşiratın tahakkuk ettiğini gördüler, iman ettiler. Tevrat’ta, ahirzaman Peygamberi, Hazreti Muhammed salla’llahu aleyhi ve sellem hakkındaki, haberlerin ve tebşiratın da tahakkuk edeceğine inandılar ve beklemeye başladılar. Yahudi’ler, ahirzaman Peygamber’inin Yahudiler arasından, Hıristiyanlar da, Hıristiyanlar arasından çıkacağını bekliyorlardı. Ahirzaman Peygamberi, Hatemü’L- Enbiya ve’L-Mürselîn Efendimiz, salla’llahu aleyhi ve sellem, Arap’lar arasından ve Kureyş’den çıktığı için, iman etmediler.

“Bizim kendilerine kitap verdiğimiz, kitabı okumayı nasip eylediğimiz o Ehl-i Kitap uleması o Peygamber’i bilmez değillerdir, onu tanırlar, onun o Peygamber olduğunu tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, bilirler ve bunların bir kısmı hiç şüphesiz bile bile hakkı gizlemektedirler.” (Bakara 2/146)

“Kendilerine kitap verdiğimiz, Ehl-i Kitap toplumlarının alimleri, o Peygamber’i, (Hazreti Muhammed-Mustafa salla’llahu aleyhi ve sellem’i) oğullarını tanıdıkları-bildikleri gibi bilirler. Kendilerine yazık edenler, kendilerini hüsrana sürükleyenler var ya, işte onlar iman da etmezler.” (En’am 6/20)

Hazreti Muhammed’in salla’llahu aleyhi ve sellem, getirdiği apaçık ayetler ve ellerinde zuhur eden vazıh mu’cizeler karşısında, o zamanki Ehl-i Kitap alimlerinin, ahirzaman Peygamberi olduğu, hususunda hiç bir şek ve şüpheleri kalmamıştı. Ve bunu evladlarını tanıdıkları-bildikleri gibi, kat’î surette biliyorlardı.

Nitekim, Hazreti Ömer, Abdullah İbn- Selâm, radiya’llahu anhüma, Hazret’lerine, bunu sorduğu zaman, “Ben onu oğlumu bildiğimden daha ziyade bilirim, çünkü onda hiç bir şek ve şüpheye mahal yoktur, fakat evladıma gelince, ne bileyim, belki validesi ihanet ve hıyanet içerisinde bulunabilir,” demişti. Sadece bilmek, sırf kalbî olan ilm-ü ma’rifet, imana kafi değildir, iman-ı şer’î için, izan-ü inkıyda, (zihninde tam bir uyum) ve bundan başka, hakkı gizlemeyip, zahiren ikrar ve i’tiraf eylemek dahi icap eder. İmanın aslı, kalbî bir keyfiyet olmakla beraber, mu’teber olması için o aslın, mücbir bir sebeb bulunmadıkça, zahirde intişarına bağlıdır.

Ehl-i Kitap bilginleri, o Peygamber’i kalben çok iyi tanıdıkları halde, mü’min olamamışlar, bilakis, bile bile, hakkı gizledikleri için, avam’dan ziyade, zan altında kalmışlar ve inadî küfürlerinde ısrar etmişlerdir...