HAZRETİ ÜSTAZIMIZA MÜCAVİR MEDFUN, İHVAN VE AHAVÂT!... (8)

Nureddin Nemanganî anlatmaya devam ediyor; Efendi Hazretleri,” Evladım, eğer elimizde bir neşir vasıtamız olsaydı, halkımız, idare’nin, din ve vicdan hürriyetine karşı gayri kanunî  tazyik ve zulümlerini avam’a,efkâr- umûmî’ye duyururduk. Bizim bu sıkıntılarımızı Ümmet-i Muhammed’in evladı bilmiyor, duymuyor.İnşa Allahü’r-Rahman, bu imkanlara da birgün kavuşuruz. Belki benim ömrüm kafi gelmeyebilir, lakin sizler göreceksiniz. Niyetiniz, mevkî,’ makam değil, Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır.” buyurmuştu.”

Yukarıdaki Cümle’lerden anlaşılacağı gibi, Hazreti Üstazımız Neşriyata çok büyük ehemmiyet veriyordu. Çünkü o tarihlerde, Allah’ın dinini, dinin hadimlerini müdafaa edecek doğru-dürüst neşriyat bulunmuyordu. Filhakika, Büyükdoğu ve Sebilü’rreşad mecmuaları vardı. Fakat bu mecmualar da sene’nin üç-dört ayında çıkarsa diğer aylarda ya kapatılır ya da çıkarılamazdı. Sahipleri de, mahkemeden mahkeme’ye sürürürler-süründürürlerdi.

(Hazreti Üstazımızın bu hayali, İrtihal-i dâr-ı Beka buyurmasından sonra gerçekleşmiş, Evladı, Zaferler ayı bir Ağustos ayında, 07 Ağustos 1969’da,Ufuk Siyasî haftalık Gazeteyi çıkarmış, Bu Gazete, devrindeki ihvanımızın iltifatına mazhar olmuş, 50 bin Abone sayısı ve haftalık 50 bin satış ile matbuat Tarihindeki bütün zamanların rekorunu kırmıştı. Kasım 1971’de, devrinin tirajı en yüksek, Milliyetçi-Muhfazakâr Gazetisi, Babıâlide Sabah Gazetesini devralmış, her iki Gazete’yi de, zor şartlarda ve iki kerre, Darbe-i Hükumete ma’ruz kalınmış ve Gazsete’lerimiz defa’alarca, Sıkıyönetim tarafından kapatılmış olmasına rağmen, 1983 yılının sonlarına kadar devam ettirmiştir.)

“1956 yılının sonlarına gelindiğinde, bir gün Efendi Hazret’leri da’vet ettiler, teveccüh buyurdular, Nureddin Efendi, artık, zamanı geldi, müftülük-vaizlik, imtihanları için Diyanet İşleri Reisliği’ne müracaat et ve hazırlan!Derhal, Diyanet İşleri Reisliği’ne, müftülük-vaizlik,imtihanları için istida verdim ve daha önce imtihanlara katılmış ve kazanmış olan arkadaşlarımızın tecrübe’lerinden de faydalanarak çalışmalara başladım.1957 yılının Ocak Ayı’nın başında, 02 Ocak 1957 günü imtihan için da’vet aldım.

İmtihanlara girdim, Allah’ın nusreti,Hazreti Üstazımızın himmeti ve du’a’larıyla kazandım.Bizi imtihan eden hey’etin reisi, devrin, Diyanet İşleri Riyaseti, Hey’et-i Müşavere Reisi, Merhum. Hasan Fehmi Başoğlu, bizzat ve vicahen imtihanı kazandığımı söyledi ve beni tebrik etti. İmtihan hey’etinde bulunan, diğer müderrisiler, Hasan Hüsnü Erdem ve Şehid Oral Efendi’ler de ayrıca beni tebrik ettiler.

Ayrıca, imtihanı kazandığıma dair, 50 kuruşluk damga pulu yapıştırılmış, pulların üzerinde tarih ve devrin, Diyanet İşleri Reisi’nin, Merhum, Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun imzası da bulunan, 10.01.1957 tarih ve 22377 sayılı vesika-belge ikamet adresime tebliğ edildi.

 VESİKA

“Yukarıda fotografı ilişik, Nureddin Hoca Nakib Nemanganî’nin İslâm dini’nin i’tikad ve ibadet mes’ele’lerini cemaate anlatmağa ve imamlık, hatiplik ve müftülük yapmağa ehil bulunduğuna dair işbu vesika kendisine verilmiştir.

T.C. Diyanet İşleri Reisi...

Ekserî çevreler, Süleyman Efendi Hazret’leri için, “Ömrünü Kur’n okutmaya, Kur’an Öğrenimine ayırdı, Kur’an okutmak için, her türlü fedakarlığa katlandı ve bu uğurda zulme, gadre ve dayanılmaz işkencelere ma’ruz kaldı,” diyorlar.

Doğrudur, fakat noksandır. Zirâ, İstanbul’da, Sakarya’da, Düzce’de ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden okutan, hıfza çalıştıran, eli öpülesi, nice, hoca’larımız vardı.

Süleyman Efendi Hazret’leri’nin Rahle-i Tedrisine oturanların ekserisi, bu hoca’larımızdan, yüzünden Kur’ân okumasını öğrenmiş. Tecvid ve tashih-i huruf kaide’lerine göre, Güzel Kur’ân’ımızı, güzel okuyanlar veya hafızlardı. Hafız Hüseyin, (Hüseyin Kaplan), Hafız Mehmed, (Mehmed Emre), Hafız Nusret, (Nusret Ermihan), Hafız Şükrü, (Şükrü Taşkıran), Hafız Abdurrahman, (Abdurrahman Bengi) vs.

Gibi hoca’larımız bunlara birer örnektirler.

Süleyman Efendi Hazret’leri, Osmanlı Medrese’lerinde, 25-30 yıllık bir zaman diliminde tahsil edilen, İslâmî ve şer’î  ilimleri, gece-gündüz, devam ettirillen ve hızlandırılmış bir tedrisat sistemiyle ve sarf-nahiv, fıkıh, Usûl-ü Fıkıh, Belagat, Akaid ve İlm-i Kelâm’da, asıl metinleri ta’lim ile, en fazla iki yıllık bir tedrisat müddetinde, Diyanet İşleri Reisliği’nin açtığı, müftülük-vaizlik imtihanlarını kazanabilen talebe yetiştiriyordu.

Hem de o devirdeki imtihanlar, şimdiki zamanlardaki gibi, test usulü, A, B, C, D, şıklarını işaretlemekle değil, Kur’an okutularak başlanır, fıkıh, kelam-akaid, usulü fıkıh, hadis, tefsir herbirisi eleminasyon ile devam edilirdi. Bir derst’en çaktığınızda, diğer derslere hiç geçilmeden imtihan sonlandırılırdı.

Nureddin Nemangânî, elindeki bu belge ile, Türkiye’nin herhangi bir bölgesinde münhal bulunan, herhangi bir il veya ilçe’ye, müftü veya vaiz olarak ta’yin edilebilirdi.

Ne varki, Nureddin Nemanganî Cihanşümûl, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medar Mürşid ve Müceddid’in elçisi sıfatıyla, Türkiye dahilinde herhangi bir vazife’ye talip olmadı, Almanya’daki Mülteci, Müslümanlar Birliği’nin da’veti üzerine, Hazreti Üstazımızın direktif ve emirleriyle, Münih’te Alman Mülteci Müslümanlarının Başimamı olarak vazife’ye başladı. Almanya’da, 1976 yılına kadar vazife yaptıktan sonra,emekli oldu ve aynı yıl Türkiye’ye döndü.

Kendisi Yurdumuza döndükten sonra, sık sık, Gazete’de bizleri ziyaret eder, Buhara pilavi ikram etmek için evine da’vet ederdi.Latife ile ikametgah adresini şöyle verirdi. İstanbul, Küçükcekmece, Cennet Mahallesi, Mevlânâ Caddesi, Müslim Sokak, Maşâllah Apartmanı...

Zaman zaman, da’vetine icabet eder. Mehmed Arıkan Hoca’mızla birlikte, kendisini evinde ziyaret eder, kendi elleriyle yaeptığı enfes Buhara Pilavından yer, gece’nin geç saatlerine kadar sohbet ederdik. Ne de olsa,1954’den itibaren, Mehmed Arıkan Hocamızla, hoca-talebe hukuku, İstanbul ve Kütahya’dan önce, Alanya-Oba’da kaldığı için, Arıkan ailesi’nin bütün ferd’leriyle bir tanışıklığı vardı.

Uzun uzun, devam eden sohbet’lerimizde, dikkatimi çeken bir hali vardı. En şen-şakrak ve şâd olduğumuz anlarda bile, gülmek, kahkaha şöyle dursun, tebessüm de bile bulunmazdı. Zamirindeki derin hüzün ve onmaz-onarılmaz derdi hissedilirdi de derdi neydi, bilinmezdi. Bizler soramazdık, o ise hiç anlatmazdı.

Çok sonraları öğrendik. 1940 yılında, Sovyetler Birliği  Ordusu için askere alındığında, geride, Özbekistan’ın Nemangan şehr’inde, bir eş ve iki kız çocuğu bırakmıştı. Alman Ordularına esir düştüğü için bir daha memleketine dönemedi. Daha sonra da Demirperde gerisinde kaldıkları için kendilerinden hiç haber alamadı. Vefatından kısa bir müddet önce Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine, kızlarından birisinin hayatta olduğuna dair ba’zı bilgilere ulaşmış ise de, tam olarak nerede ve ne halde olduğu hususunda doyurucu bilgilere ulaşılamadığı için, derin hüznü, onulmaz yarası ve derdiyle ahirete intikal etti.

Mühtediye bir Alman Bayan’la bir izdivaç gerçekleştirmişti. Hatta, kendisini İstanbul’ a getirmiş, Camii’leri,ziyaret mahallerini gezdirmişti. Müslümanlar, hususiye kadınlarınız, senin bana anlattığın İslâm’ı günlük hayatlarında yaşamıyorlar,” diyerek irtidat etmiş, İslâm dininden dönmüş ve ayrılmışlardı.

Kısa bir müddet, Tarsus’da Müslüman-Türk bir hanımla da evli kaldıktan sonra, hiçbir şekilde mes’ud olamadığı için ayrılmıştı.